Bugün 3 Nisan. Yargıç, Kıyı dergisinin kurucusu Ahmet Selim Teymur, Fikir insanı, arkeolog Remzi Oğuz Arık, Grup Yorum'un solisti Helin Bölek, Osmanlı sadrazamları Kemankeş Ali Paşa ve Koca Sinan Paşa'nın ölüm yıldönümleri.
BRT Yayın Grubu olarak bu değerlerimizi saygıyla anıyoruz.
Ahmet Selim Teymur kimdir?
1923 yılında Trabzon'da doğdu. Babası Mürşit Teymur'dur. İlk ve orta öğrenimini Trabzon'da yapan Ahmet Selim Teymur İstanbul Hukuk Fakültesini bitirmiştir.İlk görev yeri Ahlat' tır. Daha sonra, Tirebolu ve Giresun'da hâkimlik yaptı. 1950'de Trabzon'a gelen Teymur 27 yıl aralıksız Trabzon Asliye Ceza Hâkimi olarak görev yaptı. 1977 yılında kendi isteği ile emekli oldu.
Musikiye ve sanata karşı sonsuz bir meyli olan Teymur, emeklilikten sonra Trabzon' da sanat çalışmalarına hız verdi. Bu arada Karadeniz Gazetesi'nde "Kıyı" başlığı altında başlattığı köşe yazarlığını, Kuzey Haber Gazetesi'nde sürdürdü. Basına karşı özel bir merakı olan Teymur'un 1960'lı yıllarda çıkan haftalık Yeniyol gazetesinde de devamlı yazıları çıkmıştır. Kıyı Dergisi 'nin manevi ve isimsiz mimarı olan Teymur bu konuda hayli emek harcamıştır.Ahmet Selim Teymur, çok yönlü bir insandı. Öğrenciliğinde başladığı musiki çalışmalarını ilerletti, bu konuda üstat oldu. Kemençeyi ilk defa koroya sokan kişiydi. 1949 yılında İstanbul Radyosu'nda 17 dakika süren bir konser vermiştir. Türk Musikisinin tabii sesleriyle seven ve gelişmesine çalışan Teymur bu konularda araştırmalar yaptı ve üç ciltlik "Türk Musikisi" isimli eserini yayınladı.
Sahasında tutulan bu eser İstanbul ve Ankara musiki çevrelerinde ders kitabı olarak faydalanıldı.Trabzon Liselerinden Yetişenler Derneği'nin en son sekiz yıl ikinci başkanlığını yapmış, bu dönemde musiki çalışmalarını büyük bir titizlikle sürdürmüştür. Bugün Trabzon'da Türk Musikisine bir ilgi varsa, bunda en büyük pay Ahmet Selim Teymur' undur.
Son altı ay içinde kalp rahatsızlığı geçiren Teymur, tedavi edilmiş ise de en son krizden kurtulamayarak 3 Nisan 1985'te vefat etti.
Teymur' un Şehnaz, Gülnaz ve Itri isimlerinde üç çocuğu var.
Vefatından sonra 25 Nisan 1985 günü, şair Ahmet Özer Trabzon Radyosu'ndan Ahmet Selim Teymur için yaptığı konuşmada şunlar vurguluyordu:
”Trabzon'un bağrından yetişip, yine Trabzon'da 5 Nisan 1985 Cuma günü dostlarının ellerinde ebediyete uğurladığımız Ahmet Selim TEYMUR' un 62 yıllık hayatı, denebilir ki Türk kültürüne hizmetle geçmiştir. O, yalnız hâkimlik görevi ile yetinmedi. Sanatın çeşitli dallarında üstat denecek derecede meziyetlere sahipti. Zamanı en iyi değerlendirerek kültür ve sanat alanlarında çeşitli olgun meyveler vermesini de bildi, prensiplere karşı olan sadakati, efendiliği, kibar ve hassas kişiliği ile herkesin sevgi ve saygısını kazanmasını bilmişti.
Ahmet Selim TEYMUR, iyi bir hakim, iyi bir müzisyen, iyi bir araştırmacı, hattat, değerli bir gazete, yazar, ciltçi, iyi bir fotoğrafçı.... idi. Türk milletinin kendine has sanat değerlerine karşı özel bir merakı ve kabiliyeti vardı, özellikle Türk musikisinin ehliyetsiz ellerde kötü örneklerle sunulmasına tahammül edemez, bundan üzüntü duyar, hassas kişiliği rahatsız olurdu.Daha ilk memuriyet yeri olan Ahlat' ta başlayan dergi çıkarma, basın ve yazarlık hayatı,' ömrünün sonuna kadar sürdü. Yazılarındaki sade ve samimi ifadeler ve yapmacıktan uzak külfetsiz anlatışlar, onun ne derecede değerli bir kalem sahibi olduğunu ortaya koymuştu.
Sanat zevkinin örneklerini, ömrünün yirmi yılını verdiği KIYI Dergisi'nin koleksiyonlarını incelediğimizde açıkça görürüz. Çünkü Kıyı Dergisinin tertibi, düzeni, mizanpajı, yazılarının seçimi, katlanıp hazır duruma getirilmesi hep onun zevki, el emeği idi. O, Kıyı Dergisi'nin isimsiz kahramanıydı. Sanat alanında kalıcı en büyük eseri, "Türk Musikisi" adını taşıyan üç ciltlik kitabıdır. Türkiye çapında ilgi ile karşılanan ve musiki çevrelerince büyük takdir toplayan bu kitabı için bir ömür tüketmişti. Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyeti bünyesindeki Musiki çalışmaları ile Türk musikisinin gençler arasında benimsenmesinde gösterdiği gayreti, takdir etmemek mümkün mü? Doğruluk, sadakat, ahde vefa, dürüstlük... onun dikkati çeken özellikleriydi. Riyadan, gösterişten, desinlerden hoşlanmazdı. Gözü tok, gönlü zengindi. Engin kültürü, coşkun okuma merakı vardı. Hemen her konuda bilgi sahibiydi. İyi bir koleksiyoncu ve iyi bir arşivci idi. Aradığımız her kaynağı onun kütüphanesinde bulurduk.
İnsana gerçek değeri verir, karşısındakinin fikrine saygı duyardı. Kalp kırmaktan kaçınır, fakat doğru bildiğini de söylemekten geri durmazdı. 25 yıllık dostluğumuz ve arkadaşlığımız hep tatlı hatıralarla doludur. Trabzon'daki bütün sanat ve kültür çalışmalarında hatıra ilk gelen isimdi. Hizmet istenildiğinde nazlanmaz, faydalı olabilmek için kendini adeta tüketirdi. O iyi bir dosttu.
O iyi bir Trabzon efendisi idi. Yokluğuna alışmak gerçekten zor.
Şuna inanıyorum ki, Ahmet Selim TEYMUR, yaptığı üstün hizmetler, arkada bıraktığı tatlı hatıralarla Trabzon'un, Trabzonlunun gönlünde ebediyen yaşayacaktır.
Evet, o, eşi bulunmaz bir dosttu.”
Remzi Oğuz Arık Kimdir?
(1899-1954) Türk fikir ve ilim adamı, arkeolog.
Adana’nın Kozan ilçesine bağlı Kabaktepe köyünde doğdu. Babası, Feke Sandık emini Mehmed Ferid Bey’dir. İlk öğrenimine Kozan’da mahalle mektebinde başladı. On yaşında iken Selânik’e ablasının yanına gitti ve eğitimini orada Yâdigâr-ı Terakkî Mektebi’nde sürdürdü; bir süre de İşkodra’da bulunan ağabeyinin yanında kaldı. Balkan Savaşı’ndan sonra 1913’te İstanbul’a gelerek Mercan İdâdîsi’ne kaydoldu ve bu arada ailesini geçindirebilmek için bakkallık yaptı. Daha sonra parasız yatılı olarak İzmir Sultânîsi’nde tahsilini sürdüren R. Oğuz, tekrar İstanbul’a dönerek İstanbul Muallim Mektebi’nden mezun oldu. I. Dünya Savaşı’na gönüllü ihtiyat zâbiti olarak katıldı ve yaralandı. Savaştan sonra İstanbul’da Dârüleytam’da öğretmenlik, Adana’da Zafer-i Millî Numûne Mektebi’nde müdürlük, Galatasaray Lisesi’nde de Türkçe öğretmenliği yaptı. İstanbul’da bulunduğu sırada Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. 1926’da arkeoloji ve sanat tarihi konularında ihtisas yapmak üzere Fransa’ya gönderildi. 1931’de Türkiye’ye döndüğünde İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde arkeoloji uzman yardımcılığı görevine getirildi ve aynı yıl Yalova’da ilk arkeoloji kazısını yaptı. 1932’de Alişar kazısında devlet komiseri olarak bulundu. 1933’te Maarif Vekâleti arkeologu sıfatıyla Ankara’da görevlendirildi. Karalar kazısı ile Galatlar’ın antik bir şehrini ortaya çıkardı ve II. Dieotauros’un kitâbesini dünyaya tanıttı. İlk yazılarını da yayımlamaya başladığı bu dönemde Gazi Terbiye Enstitüsü tarih öğretmenliğine tayin edildi. 1933 yılında Karalar ile sistemli kazı yöneticiliğine başladı. 1941 yılına kadar, Anadolu arkeolojisi ve sanat tarihinde önemli yerleri olan Göllüdağ, Alacahöyük, Çankırıkapı, Karaoğlan, Hacılar, Alâeddin tepesi ve Bitik kazılarını yaptı ve bu arada bir süre, Troia’da yürütülmekte olan Amerikan kazılarına devlet komiseri olarak katıldı. 1941’de Amik ovasında bazı kazı çalışmalarında bulundu.
Manisa Müzesi’nin de kurucusu olan Remzi Oğuz, 1939’da Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi arkeoloji profesörlüğüne, 1945’te de Ankara Arkeoloji ve Etnografya Müzesi müdürlüğüne tayin edildi. Bu arada hızlı bir yayın faaliyetine girerek Çığır ve Millet dergilerinde kültüre dayalı milliyetçilik konularında yazılar yazdı. 1949’da Ankara İlâhiyat Fakültesi İslâm sanatları tarihi profesörlüğüne getirildi ise de 1950’de bu görevden ayrılarak politikaya atıldı ve Demokrat Parti’den Seyhan milletvekili seçildi. 1952’de partisinden istifa ederek Türkiye Köylü Partisi’ni kurdu. Bu partinin genel başkanlığını yaptığı sırada, Adana’dan Ankara’ya gelirken bindiği uçağın havada infilâkı sonucu vefat etti (3 Nisan 1954). Kabri Ankara’da Asrî Mezarlık’taki şehitliktedir. Öğrenim yıllarında kendini Turancılık cereyanına kaptıran Remzi Oğuz, Avrupa dönüşünden sonra Anadolu milliyetçiliğini benimseyerek fikrî çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırmış, halkın kültür sahasında kalkınması için pek çok makale neşrederek vatan, din, dil, soy, kültür ve tarih şuurunun gerçek ve kalıcı bir şekilde zihinlere yerleşmesine çaba harcamıştır. Arkeoloji-sanat tarihi çalışmalarını ise müstakil kitaplar ve çeşitli ilmî makaleler halinde yayımlamıştır.
Eserleri. Alacahöyük Hafriyatı (1937), Karaoğlan Kazıları (1938), Köy Kadını-Memleket Parçaları (1944), İdeal ve İdeoloji (1947), Coğrafyadan Vatana (1956), Ankara-Konya-Eskişehir Yazılıkaya Gezileri (1956), Türk Müzeciliğine Bakış (1956), Türk İnkılâbı ve Milliyetçiliğimiz (1958), Gurbet-İnmeyen Bayrak (1968), Türk Gençliğine (1968), Türk San’atı (1976), L’Histoire et L’Organisation des Musées Turcs (İstanbul 1953).
Kemankeş Ali Paşa kimdir?
(ö. 1033/1624) Osmanlı sadrazamı.
Aslen Isparta dolaylarındandır. Genç yaşta İstanbul’a giderek saray hizmetine girdi. Burada silâhdarlığa kadar yükseldi. Bazan “Kara” sıfatıyla da anılan Ali Paşa’nın asıl unvanı ok atmadaki mahareti dolayısıyla “Kemankeş”tir. 1620 yılında vezirlik pâyesiyle Diyarbekir beylerbeyiliğine tayin edildi. Ancak bir süre sonra mal defterdarı Hacı Ahmed Efendi’yi merkeze bildirmeden öldürttüğü için bu zatın yakın dostu ve II. Osman’ın hocası Ömer Efendi tarafından idamı istendiyse de Diyarbekir eski valilerinden Dilâver Paşa’nın telkiniyle görevinden alınmakla yetinildi. Ardından Bağdat valiliğine getirildi. Bir yıl kadar burada kaldıktan sonra tekrar görevinden alınan Ali Paşa, II. Osman’ın katli üzerine (1031/1622) İstanbul’a geldi ve Kubbealtı veziri oldu. 4 Zilkade 1032’de (30 Ağustos 1623) Mere Hüseyin Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirildi. Bu makama tayininde IV. Murad’ın eniştesi yeniçeri kethüdâsı Bayram Ağa’nın (Paşa) büyük rolü oldu (Peçuylu İbrâhim, II, 397-398). Kemankeş Ali Paşa’nın sadrazamlığı döneminde gerçekleştirilen ilk ve en önemli olay, I. Mustafa’nın tahttan indirilmesi ve yerine IV. Murad’ın geçirilmesidir. Nitekim Ali Paşa, dengesiz davranışları iyice çoğalan I. Mustafa’nın hal‘i için şeyhülislâm, diğer ulemâ ve erkân ile birlikte bir meclis akdederek I. Ahmed’in oğlu Murad’ın (IV) padişah olmasını sağladı. Böylece Ali Paşa, Osmanlı tarihinde ilk defa bu şekilde bir saltanat değişikliğinde etkili rol oynadı. Yeni padişahın henüz genç yaşta ve tecrübesiz olmasından istifade ile devlet işlerinde söz sahibi olan Ali Paşa, daha sonra taşrada Abaza isyanını bastırmaya ve İran Şahı I. Abbas’ın Bağdat’ı tehdidini önlemeye, merkezde ise İstanbul olaylarını halletmeye çalıştı. Kapıkulu askerlerine dağıtılacak cülûs bahşişinin temininde çekilen malî sıkıntı Enderun’da bulunan altın eşyanın sikke haline getirilmesiyle giderildi. Ardından sürgünde bulunan âlimlerin ve vezirlerin İstanbul’a dönmelerine izin verildi. Ali Paşa, devlet idaresinde bağımsız kalabilmek için Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi’yi şeyhülislâmlıktan uzaklaştırmak ve yerine kayınpederi Rumeli Kazaskeri Bostanzâde Mehmed Efendi’yi getirmek amacıyla Yahyâ Efendi’nin eski sadrazam Mere Hüseyin Paşa ile gizlice iş birliği yaparak Sultan Mustafa’yı tahta çıkarmaya çalıştığı yolunda padişaha şikâyette bulundu. Bunun üzerine IV. Murad Yahyâ Efendi’yi azletti, fakat yerine Bostanzâde’yi değil Hocazâde Mehmed Esad Efendi’yi getirdi. Ali Paşa daha sonra vezîriâzamlıkta kendisine rakip olarak gördüğü Gürcü Mehmed Paşa ile Kayserili Halil Paşa’yı Abaza Paşa’yı tahrik ettikleri gerekçesiyle bir süre hapsetti (Solakzâde, s. 737-738). Öte yandan selefi Mere Hüseyin Paşa’yı da katlettirdi. Kemankeş Ali Paşa, İstanbul’da bu şekilde bazı vezirleri hapis ve katlettirip bazılarını da merkezden uzaklaştırarak yerini sağlamlaştırmaya çalışırken Bağdat’ta Bekir Subaşı olayı ile yeterince meşgul olmaması ve Bağdat’ın Şah Abbas tarafından kuşatılması İstanbul’da aleyhine bir cereyanın oluşmasına yol açtı. Başta Şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi olmak üzere Defterdar Bâki Paşa, Mukabeleci Feridun Bey, Dârüssaâde Ağası Mustafa Ağa gibi devlet ricâli sadrazamın bertaraf edilmesi hususunda birleştiler. Bağdat, Musul ve Kerkük civarındaki İran savaşlarında gösterdiği ihmal ve Bağdat’ın elden çıkmasına sebep olması gibi suçlardan dolayı katlinin gerektiğini padişaha bildirdiler. Öte yandan Abaza isyanı, Mısır’da meydana gelen karışıklıklar, malî sıkıntılar ve adının rüşvet olaylarına karışması Ali Paşa’yı çok zor durumda bıraktı. 14 Cemâziyelâhir 1033 (3 Nisan 1624) tarihinde katledildi ve mallarına devletçe el konuldu. Devrin kaynaklarında IV. Murad’ın tahta çıkmasındaki rolünden dolayı gayet mağrur, zalim, yapılan nasihatlere önem vermeyen, rüşvetçi bir vezir olarak nitelenen Kemankaş Ali Paşa’nın mezarı Atik Ali Paşa Camii’nin hazîresindedir (Ayvansarâyî, I, 150).
Koca Sinan Paşa kimdir?
(ö. 1004/1596) Osmanlı sadrazamı.
Arnavut asıllı Ali adlı bir köylünün oğlu olup Luma’da Topojani’de, bir başka rivayete göre ise Delvine’de dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte ikinci sadâreti sırasında yetmiş yaşında olduğundan hareketle 1520 yılına doğru doğduğu ileri sürülür. Çağdaş kaynaklarda seksen doksan yaşlarına kadar yaşadığından bahsedilir (Selânikî, s. 581-583). “Koca” dışında Yemen ve Tunus fâtihi lakaplarıyla da anılır. III. Murad ve III. Mehmed dönemlerinde beş kere sadârette bulunmuş, kendine has kişiliği, adamları, serveti ve vakıfları ile şöhret kazanmıştır. Küçük yaşta devşirilerek kendisinden önce saraya alınan ağabeyi Ayas Paşa’nın yardımıyla Enderun’a girdi. Ağabeyinin sayesinde kısa sürede yükselerek Kanûnî Sultan Süleyman’ın çaşnigîr başısı oldu. Daha sonra Malatya sancak beyliğiyle saraydan çıktı; ardından Kastamonu, Gazze ve Nablus sancak beyliklerinde bulunduktan sonra Zilhicce 971’de (Temmuz 1564) Erzurum, Rebîülevvel 973’te (Ekim 1565) Halep ve 24 Cemâziyelâhir 975’te (26 Aralık 1567) Mısır beylerbeyi oldu. Yavuz Sultan Selim’in kızının kızıyla evlendiği ve Emine Hatun isimli bir kızının doğduğu bir arzuhalden anlaşılmaktadır.
Mısır beylerbeyiliği sırasında karşı karşıya kaldığı en önemli mesele Yemen’de İmam Mutahhar’ın isyanıdır. İsyanı bastırmak üzere Şam Beylerbeyi Lala Mustafa Paşa vezâret pâyesiyle serdar olarak görevlendirilmiş, emrine verilen askerin önemli bir kısmı ile malî desteğin Mısır hazinesinden karşılanması kararlaştırılmıştı. Sinan Paşa, Yemen isyanının görüşüldüğü Kahire’de toplanan bir divanda ağabeyi Ayas Paşa’nın katlinden sorumlu gördüğü Lala Mustafa Paşa ile anlaşmazlığa düştü ve onu azlettirerek 21 Safer 976’da (15 Ağustos 1568) Yemen serdarlığının vezâret pâyesiyle kendisine verilmesini sağladı. Mekke üzerinden Yemen’e varan paşa önce buradaki Kahire Kalesi’ni aldı, gönderdiği kuvvetlerle Aden ve civarını, daha sonra San‘a’yı ve ardından Kevkebân’ı ele geçirdi. İkiye ayrılmış olan Yemen beylerbeyiliği tekrar birleştirilip Behram Paşa’ya verildi. Bölgeyi Osmanlı idaresine yeniden bağlayarak “Yemen fâtihi” unvanını alan Sinan Paşa, Mekke ve Medine’yi ziyaret edip 978’de (1571) hacı oldu, ardından Kahire’ye görevine döndü. Kısa bir süre sonra Kubbe vezirliğine yükseldi.
Kıbrıs fethi sırasında Kılıç Ali Paşa tarafından Osmanlı ülkesine katılan Tunus’un İnebahtı Savaşı’nın ardından 980 (1572) yılında İspanyol donanması tarafından ele geçirilmesi üzerine Sinan Paşa burayı geri almak için hazırlanan Osmanlı kuvvetlerinin serdarlığına tayin edildi. Kılıç Ali Paşa’nın başında bulunduğu Osmanlı donanması, 982’de (1574) otuz üç günlük kuşatma sonunda İspanyollar’ın askerî üssü olan Halkulvâdî’yi alıp Tunus’a yeniden hâkim oldu. Sinan Paşa bu başarısı üzerine dördüncü vezirliğe yükseltildi ve “Tunus fâtihi” unvanını aldı. Bunun ardından İran’daki karışıklıklar dolayısıyla açılması düşünülen doğu seferi için Lala Mustafa Paşa ile birlikte Şark serdarlığına getirildi. Fakat aralarındaki rekabet ve çekişme yüzünden seferin idaresi Lala Mustafa Paşa’ya verildi, Sinan Paşa azledildi. Seferin ikinci yılında Sokullu Mehmed Paşa’nın ölümünün ardından Sinan Paşa ekibi, siyasete ağırlığını koyarak başarılarına rağmen Lala Mustafa Paşa’yı azlettirip serdarlığın Sinan Paşa’ya verilmesini sağladı (Şâban 987 / Ekim 1579). Hatta Sokullu’dan sonra vezîriâzam olan Semiz Ahmed Paşa’nın ölümü üzerine seferde bulunan Sinan Paşa’nın taraftarlarının baskısıyla Lala Mustafa Paşa sadâret makamına tayin edilmeyerek vekîl-i saltanat unvanıyla sadâret kaymakamlığına getirilmiş, üç aydan fazla bu görevde kaldıktan sonra sadâret mührü Sinan Paşa’ya gönderilmiştir (18 Cemâziyelâhir 988 / 31 Temmuz 1580). Sadâret müjdesini Tomanis’te alan paşa, kışlamak üzere geldiği Erzurum’dan şahla barış yazışmalarına girişmesinin ardından zengin ganimetle İstanbul’a döndü. Ancak beklenen barışın sağlanamaması ve civar bölgelerin tehlikeye düşmesi üzerine 10 Zilkade 990’da (6 Aralık 1582) azledildi ve Malkara’ya gönderildi (a.g.e., s. 137).
Dört yıllık bir mâzuliyetten sonra sunduğu kıymetli hediyeler sayesinde harem ve saray halkının gayretleriyle yeniden padişahın ilgisini kazanan Sinan Paşa, 994 Zilhiccesi sonlarında (Aralık 1586) Şam beylerbeyiliğine getirildi. Ardından bu görevden alındı ve İstanbul’a dönerek Üsküdar’da ikamet etmeye başladı. Züyûf akçe meselesinden çıkan ve “Beylerbeyi Vak‘ası” diye bilinen sipahi ayaklanması sırasında Siyavuş Paşa azledilince yine taraftarlarının rolüyle 16 Cemâziyelevvel 997’de (2 Nisan 1589) ikinci defa sadrazam oldu. İki yıldan fazla süren bu sadaretinde birçok önemli icraatta bulundu, özellikle Şah Abbas’ın barış isteği kabul edilerek 1578’den beri süregelen savaşlara son verildi (1590). Bu dönemde önemli bir problem haline gelen sikke tashihi konusunda verimli çalışmalar yapıldı, maden ocakları etkili bir şekilde işletildi, yeni darphâneler kuruldu. Ayrıca Sakarya nehri vasıtasıyla Karadeniz-İzmit körfezi kanalının açılması projesine yeniden başlandı. Sinan Paşa, bu iş için 30.000 civarında timarlı sipahinin usta ve amele olarak istihdamını düşündü; ancak Ferhad Paşa, Dârüssaâde Ağası Mehmed Ağa, Kaptanıderyâ Hasan Paşa gibi muhaliflerinin karşı çıkmasıyla bu girişim sonuçsuz kaldı. Ardından aleyhine yapılan bu çalışmalar sonucu sadâretten azledilerek yerine Ferhad Paşa getirildi (10 Şevval 999 / 1 Ağustos 1591). Bununla da yetinilmeyip vakıf müessesesi açısından çok önemli bir uygulamaya gidilerek Şam, Anadolu ve Erzurum eyaletlerinde, Üsküp ve Dukagin sancaklarında kurduğu vakıflar kaldırıldı ve padişah haslarına katıldı. Kendisi yine Malkara’ya yollandı.
Yeniçeriler arasındaki huzursuzluk sebebiyle Ferhad Paşa’nın azli, Siyavuş Paşa’nın tayini üzerine eski vezîriâzam Ferhad Paşa’nın teftişiyle ile görevlendirilen Sinan Paşa, sadârette bulunmuş birinin bu şekilde soruşturulmasının kötü bir örnek teşkil edeceği, ayrıca Malkara’dan İstanbul’a gelmesinin yanlış yorumlanabileceği düşüncesiyle bu görevi kabul etmedi. Kısa bir süre sonra da ulûfe dağıtılması hususundaki problem yüzünden Siyavuş Paşa azledilince yeniçerilerin desteğiyle üçüncü defa sadâret makamına getirildi (24 Rebîülâhir 1001 / 28 Ocak 1593).
Sinan Paşa’nın bu üçüncü sadâretinde en önemli olay, Avusturya’ya karşı yeni bir sefer açılması ve böylece 1606 yılına kadar sürecek olan uzun bir savaş döneminin başlamasıdır. Bazı devlet ve ilim adamlarının itirazına rağmen Sinan Paşa parlak sözler ve vaadlerle padişahı savaşa razı etti; 12.000 yeniçeri ve diğer askerî birliklerle 19 Şevval 1001’de (19 Temmuz 1593) yola çıktı. Sinan Paşa başlangıçta bazı başarılar elde ettiyse de giderek savaşın seyri değişti, sınır boylarında önemli kalelerden bazıları kaybedildi. Âcilen merkezden asker gönderilmesi istendi. Bunun üzerine geleneğe aykırı olarak ilk defa yeniçeri ağası idaresinde takviye yollandı, ayrıca Kırım Hanı II. Gazi Giray takviye kuvvetlerle yardıma gitti. Sinan Paşa, Tata Kalesi’nin ardından Yanıkkale’yi (Győr, Raab) ele geçirdi (12 Muharrem 1003 / 27 Eylül 1594) ve Belgrad’a döndü. Ancak 1003 Cemâziyelevvelinde (Ocak 1595) III. Murad’ın ölümü ve yerine III. Mehmed’in geçmesi onun durumunu sarstı. Rakibi olan Ferhad Paşa cephede bulunan Sinan Paşa’nın azlini sağladı (6 Cemâziyelâhir 1003 / 16 Şubat 1595). Fakat beş ay sonra Sinan Paşa vüzerâ ve ulemâdan etkili taraftarları vasıtasıyla dördüncü defa sadrazam oldu (29 Şevval 1003 / 7 Temmuz 1595). Ara verilen Avusturya savaşlarına yeniden başlandı. Oğlu Mehmed Paşa’yı Macaristan cephesine serdar olarak gönderen Sinan Paşa Eflak üzerine yürüdüyse de başarılı olamadı. Bu arada Osmanlılar’ın çok önem verdiği Estergon Kalesi de elden çıkmıştı (Eylül 1595). Bu başarısızlıklar sebebiyle 16 Rebîülevvel 1004’te (19 Kasım 1595) azledilen Sinan Paşa yeniden Malkara’ya yollandıysa da bu mâzuliyeti sadece on iki gün sürdü. Halefi Lala Mehmed Paşa’nın ölümü üzerine 28 Rebîülevvel’de (1 Aralık) beşinci defa sadâret makamına getirildi (a.g.e., s. 543-544). Bu son sadâreti sırasında cephedeki nazik durum karşısında bizzat III. Mehmed’in ordunun başında sefere gitmesini teşvik etti. Vâlide Safiye Sultan’ın engellemesine rağmen özellikle Hoca Sâdeddin Efendi’nin ısrarlarıyla padişah sefere çıkmaya karar verdi. Hazırlıkların sürdüğü bir sırada Sinan Paşa hastalandı, Divan toplantılarına gelemedi, birkaç gün sonra da 5 Şâban 1004’te (4 Nisan 1596) vefat etti ve Çarşıkapı’da Divanyolu üzerindeki türbesine defnedildi.
Selânikî yakından tanıdığı ve hizmetinde bulunduğu Sinan Paşa’nın ölümü sırasında yaşının seksenden fazla olduğunu, özellikle Arabistan’da pek çok hayrat tesis ettiğini, geçmiş dönemlerin harap hale gelmiş vakıflarını bir yolla almaktan büyük haz duyduğunu, ulemânın ilmini, askerin şecaatini beğenmeyip bütün meziyetlerin kendisinde toplandığına inandığını, hediye alıp vermekten hoşlandığını, seferlerde çok mal elde ettiğini, her işin para ile yapılabileceği kanaatinde olduğunu belirtmektedir (a.g.e., s. 581-583). Yine dönemin kaynaklarında cesur, çabuk kavrayan, inatçı, garazkâr, haşin ve mağrur bir zat olduğundan bahsedilir. Sinan Paşa, başta harem ve saray muhiti olmak üzere ulemâ ve asker çevresinden kıymetli hediyelerle veya mevkiler vererek bir taraftar kitlesi oluşturmuş, siyasî gücü bu ekiple birlikte kullanmıştır. Özellikle Lala Mustafa Paşa, Ferhad Paşa gibi amansız rakipleriyle giriştiği siyasî mücadele XVI. yüzyılın son çeyreğine damgasını vurmuştur. Siyasî gücü yanında muazzam servetiyle de dikkati çeken Sinan Paşa’nın vefatı sonrasında iç ve dış hazineye büyük borcu olduğu görülmüş, servetine, sahip olduğu mühimmat, cephane ve kıymetli eşyasına el konulmuştur (a.g.e., s. 584-585).
Başta İstanbul olmak üzere Arabistan ve Balkanlar’da pek çok medrese, cami, imaret, sebil, dârülkurrâ, han, hamam tesis edip bunlara önemli miktarda gelir tahsis etmiştir. İstanbul’da Divanyolu üzerinde bugün çeşitli dernek ve kültür kurumunun merkezi olarak kullanılan külliye, sebil ve türbesi ziyarete açık bulunmaktadır.
Helin Bölek kimdir?
(1992 – 3 Nisan 2020), solcu Türk halk müziği grubu Grup Yorum'un Kürt kökenli üyesiydi .
Diyarbakırlı bir ailenin kızı olan Bölek, gençlik yıllarında sanatla uğraştı. Grup Yorum'da solist olarak yer aldı. Kasım 2016'da İstanbul'da İdil Kültür Merkezi'ne düzenlenen polis operasyonunda ilk kez yedi grup üyesiyle birlikte "polise direnme, hakaret ve terör örgütüne üye olma" suçlamasıyla gözaltına alındı. ". Müzisyenler Bahar Kurt, Barış Yüksel ve Ali Aracı, devletin baskılarına, konser yasaklarına ve kültür merkezlerine yönelik baskınlara son vermek için 17 Mayıs 2019'da "süresiz ve geri dönüşü olmayan" bir açlık grevine başladıklarını duyurdu.
Bölek, Haziran 2019'da açlık grevine katıldı. Kasım 2019'da serbest bırakıldı ancak açlık orucu tutmaya devam etti. 11 Mart 2020'de İbrahim Gökçek ve Helin Bölek, o sabah İstanbul Küçükarmutlu'daki evlerine polis baskınının ardından Ümraniye Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı . Avukatları Didem Ünsal tarafından yapılan açıklamada, iki Grup Yorum üyesi ambulansla hastaneye acil servise götürüldüklerini, müdahale ve tedaviyi kabul etmediklerini beyan ettiler.
Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türk Hükümeti tarafından çeteye yapılan muameleyi protesto etmek amacıyla İstanbul'daki evinde düzenlediği açlık grevinin 288. günü olan 3 Nisan 2020'de öldü . Helin Bölek'in ölümünden sonra büyük bir kalabalık bir Cemevi'ne doğru yürüyüşe geçti . Polis yürüyüşe müdahale etti ve birkaç katılımcıyı gözaltına aldı, ancak kalabalık onun tabutunu bir Cemevi'ne teslim etmeyi başardı. Kalabalık mezarlığa gitmek istedi ancak polis buna engel oldu ve törene katılan birkaç kişiyi yeniden gözaltına aldı. Daha sonra polis Helin Bölek'i mezarlığa nakletti.
Comments