top of page
  • Yazarın fotoğrafıHaberciGazete

Nebahat Akın yazdı: Neden yazdım?



Nebahat Akın yazısı...

Nâzım Hikmet’in, herkesin günde onlarca kez kullandığı kelimeleri bir araya getirip, eşi Vera için yazdığı, “Geldim / kaldım / güldüm / öldüm” şiiri beni çok etkiledi.

Bu şiirden yola çıkarak, neredeyse bir asra ulaşan yaşamım boyunca ne gibi değişiklikler gördüğümü düşündüm. İlkokulda öğrendiğimiz, taş devrinde taşları birbirine sürerek bulunan ateş veya şimşeklerden kaynaklı çıkan ateşi söndürmemek için yapılan çabanın dışında, ben çakmak, kibrit, elektronik düğmelerin şahidiyim. Kibrit şimdiki çocukların anlamını bilmediği kelimeleri arasında.

Her şey öylesine hızlı değişiyor ki yetişemiyorsun. Daha öğrenemeden yenileri çıkıyor, gelenek göreneklerimiz bile değişti.

Nelerin değiştiğini gelecek kuşaklara anlatmak istedim; daha da ilginç olsun diye, eşim Abdullah Akın’ı yaşattım. Bu düşünce ışığında yazdığım bu yazı yeterli mi? Nasıl buldunuz?

Teşekkürler…


Abdullah Akın anlatıyor…

Özlem mi, düşünce mi, hayal mi, gerçek mi, rüya mı, yaşıyor mu? Hangisi…



Dünyaya geldim.

1928 yılı 1 Mayıs’ında Giresun merkez Camili köyünde doğmuşum. Babamın bana attığı ilk tekmeyle, daha dünyayı anamın memeleri sanıyorken, aynı köyde yaşayan abim Mehmet Akın’ın yanına gelmişim. Abimlerin çocukları olmadığından yengemle birlikte beni kendi çocukları gibi kucaklayıp, bağırlarına basıp, el bebek gül bebek büyütmüşler. Anama, abim gibi ‘ana’ demişim, yengemi ‘annem’ bilmişim. Savaş sonrası, kıtlık dönemi, yememiş yedirmişler yoksunluğun ve yoksulluğun acılarını duyurmadan beni büyütmüşler.

Fındık toplarken, inek güderken, su taşırken, süt sağarken ben sırtlarında, gittikleri yerleri ve köyümüzü gezip tozmuşum, büyümüş büyümüşüm…

Köyümüzdeki ilkokula kaydetmişler, okumuşum. Okumaya başlayınca yolda bulduğum kağıtları, gazete parçalarını bile okuduğumu hatırlarım. Bir de daha küçükken, anamın sırtında, koluma çiçek aşısı yapılırken ağladığımı… o an yanıp sönen bir ışık gibi usumda.

İlkokul üçüncü sınıftayım. Okuldan eve gelirken, mahalledeki benden büyük çocuklar, yolda pusu kurmuşlar, beni dövdüler. Onlar kalabalık ve büyüktüler, çok canım yandı, ağlamadım ama sonradan onları tek tek yakalayıp dövdüğümü unutmuyorum.


Gördüm kaldım…

Her gün biraz daha büyüyor, biraz daha bilinçleniyorum. İlkokul bitti yoksunluk ve yoksulluk devam ediyor. Beni okutmak istiyorlar. Ortaokul Giresun merkezde, gidip gelmek zor. Bize uzaktan akraba olan yaşlı bir karı kocanın yanında kalacağım ders yılı boyunca. Yavaş da olsa kendimi koruyor, öğrendiklerimi hayata geçiriyorum. Yokluğun, yoksulluğun ne olduğunu anlıyorum. Hafta sonu köyden verdikleri karalahana, mısır unu, süt, yumurta, yoğurt gibi yiyeceklerimi şelekle sırtıma alıyor, pabuçlarım elimde şehre kadar yürüyorum. Kimse görmeden, çeşmede, çamurlu ayaklarımı yıkıyor çorabımı, pabucumu giyerek eve gidiyorum. Yaz tatillerinde fındık toplamaya giderek harçlığımı çıkarıyorum.

Derken ortaokul bitti, kısa yoldan hayata atılmak için öğretmen okulu sınavlarına gireceğim. Dilekçeye yapıştırılacak 16 kuruşluk pul parasını denkleştirmek için köyde topladığım bir sepet kiraza pazarda alıcı bulmak zor oldu. Koca bir sepet kirazı 16 kuruş karşılığında verdim. Pulu dilekçeye yapıştırıp okula ulaştırdım. Sınavı kazandım. Okula kayıt oldum, yıllar hızla geçti. Agam (abime “aga” derdim, yerel sözcüklerle) istediğim kol saatini, fındık para etmediği için alamamış, cep saati (demek ki daha ucuzmuş) almıştı, “bu yıl fındık para ederse cep saatini ben kullanırım, sana da bir kol saati alırız” diye verdi. Üzülmüştüm, ama diyecek bir şey yoktu. Sonra da o cep saati benim alameti farikam oldu.

Bir yıl Ağrı ili, Tutak ilçesinin bir köyünde, bir yıl da İzmir ilinde sınıf öğretmeni olarak çalıştım. Sonra Ankara Gazi Eğitim’e devam ettim sınavı kazanıp. Müfettiş olacaktım. Müzik öğretmenimiz, az bulunur bir sesim olduğunu, beni bu yönde eğitmek, yetiştirmek için gereken her şeyi üstleneceğini söyledi. Birkaç ders aldım ve vazgeçtim. (Vazgeçtiğinin her zaman pişmanlığını yaşar, hep üzülerek anlatırdı.)

İlköğretim Müfettişi olarak ilk görev yaptığım yer Van Milli Eğitim’i oldu. Hayata ilk başlayan adam ne yapar: Evlenir. Sınıf öğretmeni olan Nebahat Karagündüz ile evlendim. Bir oğlumuz, bir kızımız oldu.



Yaşıyorum acı ve sevinçlerle…

Sevgili karım, ‘niye bir öğretmenle evlenmeyi seçtin’ dediğinde, “maaşım ancak bana yetiyor, senin de maaşın eklenince dayanışır, paylaşır, çocuklarımızla birlikte ailemizi yaşatırız” demiştim.

Güzel bir dayanışma sürdürdüğümüz yaşamımız boyunca, para konu olmadı… yettiği kadar, ama mutlu yaşadık. Benim için para değil mutluluk önemliydi. Para konusunda hiç sorunumuz olmadı.

Van ilinde çalışırken yaz tatillerini Giresun’da geçirirdik; Samsun’da yaşarken de hanım köylü olmak var ya… tatil günlerini iple çekerek doğası ve insanları güzel olan Van’a gider hem özlem giderir hem de akraba ziyaretleri yapar, deniz dedikleri ve ülkemizin en büyük gölü olan Van gölünde yüzer eğlenirdik. Gerek Giresun’da köyde, gerekse Van’da ailelerimizle unutulmaz anılarla dolu günler yaşadık. Çocuklarımız da büyük ailenin birlikteliği içinde olgunlaşarak gelişip büyüdü.



Güvenmek en güçlü duygu

Gelin, size Samsun ile bağlantılı yaşanmış bir hikayemi anlatayım. Van’da, okulların yeni açıldığı bir dönemde, arkadaşlarla birlikte öğretmenler lokalinde oturuyoruz. Genç biri içeri girdi, “Bir müfettiş ile görüşmek istiyorum” dedi. Aldım, bir masaya oturduk çay ısmarladım. “Ailemle birlikte buraya geldim. Köyüme gideceğim ama param bitti. Bana yardımcı olabilir misiniz” dedi. Cebimde param yok (laf aramızda çoğunlukla da olmadı zaten) arkadaşlardan borç aldım, verdim. Öğretmen olduğunu söyleyen genç adam teşekkür ederek gitti. O zaman, 50 lira çok para, arkadaşlar, “Bu çocuk kim, hangi köyde öğretmen, adı ne? Bilmediğin birine verdiğin bu parayı unut” dediler. Mevsim kış, kar yolları kapatmış… aylar sonra, yollar açılınca aynı genç, gene lokale gelip, teşekkür ederek ödünç aldığı parayı verdi. Ben de göğsüme iğneledim, lokalin içinde dolaştım, “Görün bakın param geldi, insanlara güvenmeliyiz” dedim.

Aradan yıllar geçti, Samsun’da çalışıyorum… Ders yılı başları, Bafra ilçesinde bir öğretmen, yanıma yaklaştı, “Müfettiş Bey, siz Van’da çalıştınız mı” diye sordu. Hayır, ben Van’da çalışmadım dedim. Bafra’da teftiş sırasında, bir gün ikimizin de ortak arkadaşı olan Mehmet Aydemir’le otururken, Van konuşuluyor... Öğretmen arkadaş, “Müfettiş Bey, size bir teşekkür borcum var” diyor. Ben unutmuşum, hayretle bakıyorum… O, eni konu meseleyi anlatıyor ve tekrar tekrar minnet ve şükranlarıyla teşekkür ediyor. İşte o günden sonra o arkadaşla (Saffet Akbulut) yakın dostluğumuz başladı, ailece tanıştık ve bugüne kadar da devam ediyor bu dostluğumuz.


Yıllar hızla akıyor

Unutamadığımız acı tatlı anılarla 20 yıl Samsun’da yaşadık. Çocuklar büyüdüler okudular… Ev aldık yerleştik, Samsun yaşam kentimiz oldu. Dostluklar kadar düşüncelerimizi de geliştirdik. Mitingler yaptık, yürüyüşlere katıldık, eylemler yaptık, grevlere katıldık, duvar yazıları yazdık, soruşturmalar geçirdik, cezalar aldık… sorunu kökten çözmek için daha güçlü olmak gerektiği düşüncesiyle, senatör adayı oldum, dağa taşa ismim yazıldı. Mutlu bir deneyimdi…

Ama daha önce, 12 Mart sürecinde, Samsun’daki öğretmen ve müfettiş arkadaşlarla birlikte Ankara’da Mamak hapishanesinde tutuklu kalışımız… unutulmaz, hatta kitap yazılacak bir hikaye…




…ve nihayet 1980 darbesi

Eşim Nebahat Akın ile birlikte Kenan Evren tarafından gözaltı ve tutukluluk “sonrasında” emekli olduk. Emekli ikramiyesi olarak aldığım bütün paramı Kurtuluş örgütüne verdim. Ve dağı taşı altın dedikleri ama ‘bir gelenin bir de gelmeyenin pişmanlık duyduğu İstanbul’a geldik. Kooperatife girdik, evimiz oldu. Kadıköy, Acıbadem’e yerleştik. Gerek İstanbul Öğretmenler Derneği’nin gerekse TÖB-DER’in mal varlıklarının haksız yere elimizden alındığı inancıyla öncülük edip davalar açtık, kazandık.

Acısıyla tatlısıyla, yaşam güzel be dostlar…


Yaşam bitiyor mu ne…

Köy Enstitülerinin açılış günü, 17 Nisan, hep anılır. Ülkemiz için önemli bir gelişmenin ilk adımıdır köy enstitüleri, ama kapattırarak bu gelişimin engellendiğini düşünüyorum. O yıl, toplantı Aksaray Pertevniyal Lisesindeydi, konuşmacı olarak davetliyim. Gittim, eski dostları gördüm, yeni arkadaşlar tanıdım. Anılarla dolu güzel bir gün geçirdik. Arkadaşın arabasıyla dönüyoruz, sohbete dalınca ineceğim yeri geçtik. Arkadaşlar, seni evine bırakalım diye ısrar ettilerse de ben inatla arabadan indim. Yaya yolu olmayan otobanın kıyısından, eve doğru yürüyorum. Bana, yukarıdan doğru gelen arabanın çarptığını hatırlıyorum. Her şey karardı; yol ortasında kanlar içinde yalnızım. Ambulansa alındım, hastane ve ameliyat… Sonra Neboş’un sesi… “Sen ne badireler atlattın, ne bedeller ödedin, güçlüsün bunu da yeneceksin” sözleri kulağımda yankılandı. Yoğun bakım kapıları kapandı her yanım boş, kulağımda yankı bulan ses… ve her yer karanlık…

….. ………

….. ………


Öldüm…

Katafalkın üzerinde uzun uzun yatıyorum. Etraf dolu, kalabalık çok, herkes üzgün. Neden acaba? Kulak kabartıyorum, soruyorum ama sesim duyulmuyor. Neboş üzgün, yanımda beni ovalıyor okşuyor gibi… karşılık veremiyorum… Beni alıyorlar, arabalara biniyoruz, uzun bir yolculuk ve Güzelce köyü… evimizin yanından geçiyoruz… Neden eve girmiyoruz? Soramıyorum. Yolculuk devam ediyor…

Deniz kenarındayız. Herkes orada. Herkes ayakta. Herkes üzgün. Herkes konuşuyor. Herkesin göğsünde benim fotoğrafım… Niye ki, soramıyorum… Sonra beni yalnız bırakıyorlar, orada o deniz kenarında… Arkalarına bakmadan dönüp gidiyorlar.

Bir odadayım. Işıklı böcekler uçuşuyor yıldız yıldız, yanımda kaplumbağalar dolaşıyor… Bir de siyah benekli kırmızı uç uç böcekleri… onları izliyorum ve uykum geliyor… herkes uykuda.

….. ……..

Beni bırakıp gittiler… bir ben kalmışım yalnız başıma, toprağın kucağında…

Aradan günler mi yıllar mı geçiyor bilemiyorum. Ailemden, arkadaşlarımdan, herkesten uzak bir deniz kenarında hayallerimle yaşıyorum. Neden yalnızım bilemiyorum.


Hayal mi, rüya mı?

Neboş, çocuklar, ikiz torunlarım Gülüm ve Gündüzüm benim eğlencem. Onlarla akşama kadar deniz kenarında taş yüzdürüyoruz, ağaç dallarına salıncak kuruyorum, yorulunca onlara yaşanmış olayları uydurup hikayeler anlatıyorum… günler geçiyor havalar soğumaya başlıyor, okullar açılacak Acıbadem’deki evimize dönelim dedik.

Bütün yol kenarları çok katlı yüksek evlerle çevrilmiş. Sanki aradan yıllar… yıllar geçmiş gibi yıllarca oturduğum şehir değişmiş, bambaşka olmuş tanıyamıyorum. Ne zaman olmuş bu olanlar düzensiz yapılaşmış şehir? Ağaç yok, yolları hatta kaldırımları bile arabalar kaplamış, boşluklar yüksek yüksek evlerle dolu gri bir görüntü… şaşırıyorum.

Eve geliyoruz içeri salona giriyorum, burası bizim ev değil. Deniz nerede? Adalar görünmüyor. Denizle evimiz arasına yüksek evlerle gri taş yığını sur çekilmiş… Bu nasıl bir görünüm, isyan ediyorum… Göz alabildiğine evler evler, dört bir yanımızı sarmış… Hani o eski yeşili bol denizi bol, havası iç açan İstanbul, nerede…? Neler olmuş, o güzel görünüm nasıl da aradan asırlar geçmiş gibi değiştirilmiş…


Şaşkınlığım bitmiyor…

Yeni yıl, 8 Mart kadınlar günü, anneler günü, bayramlar, 1 Mayıs gibi özel günlerde site kapılarına yazılar yazan Neboş, şimdi kitap yazmış. “Torunlarıma Melodiler”, ailemizin torunların geleceği için bir tarih. Neboş bir gazete yazarı gibi gündemi takip eden, ayrıntılarını unutturmayan yazılarla dosyalar doldurmuş…

Gülüm, okumuş muhasebeci olmuş, bir şirkette denetim yapıyor. Gündüz, Ankara’da, MAN’da makine mühendisi olarak çalışıyor.

İçimde bir ukde var; görmediğim, adı kendi gibi güzel olan, Korkut’un oğlu, CanayAkın benim arkamdan “merhaba” demiş yaşama. Yaşımı yaşına eklesinler. Fen Lisesini bitirince Güney Kore’ye üniversiteye gitmiş matematik okumak üzere.

Ben görmeden büyümüş, kocaman olmuş çocuklar. Onlara, başta Neboş olmak üzere, Korkut, Petek ve Seyhan’a saygı duymamak, sevgi beslememek olmaz, olamaz.


Bir farklılık daha…

Kitaplıkta ansiklopedileri göremedim. Ortalıkta gazete de göremiyorum. Sorduğumda, modası çoktan geçti, dediler.


Şimdi Google var, düğmeye bastın mı, istediğin yerle ilgili her türlü bilgiyi alabiliyorsun. Ansiklopedi gibi kısıtlı da değil, sosyoekonomik durumunu, insanların eğitim ve kültürel düzeyini, hatta oradaki ırmakları, ırmaklarda yaşayan balıkları da, evleri mahalleleri, sokakları, marketleri, adresleri bile söylüyor. Öyle ki, aradığın adresi elinle koymuş gibi buluyorsun. İstediğin gazeteyi, takip ettiğin yazarların makalelerini günü gününe okuyabiliyorsun.

Teknolojinin bunca gelişmişliğine karşın demokrasi ve insan hakları ile çevrecilik tam tersine dönmüş. Bir afişe bıyık çizen çocuk bile tutuklanıp aylarca ceza ile yargılanıyor. Şairler okuduğu şiirler için ceza alıyor. Şarkıcıların konserleri yasaklanıyor. Galerilerden resimler kaldırılıyor. Güzel olan muhaliftir sözü artık geçersiz besbelli; eskiden bütün güzelliklere karşı olan iktidarlar, artık kimseyi, sanatı ve sanatçıyı yaşatmamak için elinden geleni yapıyor… Siyasi muhalefet kalmamış. İşsizliğin doruğa çıkmasına, ekonomik güçsüzlüklere ve zam yağmurlarına, üstelik Doğu Anadolu da yaşanan ve 10 ili yerle bir eden büyük depreme rağmen iktidar partisi seçimlerden galip çıkabiliyor. Doğrusu herkes şaşkın akıl almıyor.



Gel de şaşma!

Cep telefonu çıkmıştı, hatırlıyorum, çok yaygın değildi. Şimdi görüntülü konuşuyor herkes. Uzak yakın fark etmiyor, hemen tuşluyor arıyor ve özlem gideriyor ya da işini hallediyor. Mektup, telgraf, kart yok artık postacıyı da beklemek yok, kuryeler getiriyor istenilenleri marketlerden, satış mağazalarından… Bankaya gitmek, kuyruk beklemek de bitmiş, bilgisayar gibi artık telefonlar, her şeyi beceriyor, borcunu -tabii, paran varsa- ödeyebiliyorsun ama ya yoksa… Yandı gülüm keten helva.

Tabii, bunlarla birlikte gezmeler, komşuya gitmek, “anneniz evdeyse size geleceğiz”ler yok artık, hatta iş yerine gitmek de yokmuş. Evden bilgisayarla çalışıyor gençler. Gündüz 15 gün Ankara’da, 15 gün de İstanbul’da evden çalışıyor. Her şey elektronik, düğmelerle yaşanıyor. Zamanın hızına yetişmek zor, bunca aradan sonra benim anlamam da…

Hayretler içindeyim… görüyorum duyuyorum. Şaşırıyorum. Şaşkınlık içindeyim… yaşadığım günlerle kıyaslıyorum… o zamanlar moda olan şey uzun zaman yaşanır, herkese mal olur, elden ele dilden dile dolaşırdı. Hele yeni çıkan bir şarkıyı bir türküyü yediden yetmişe herkes öğrenir ve söylerdi. Ortada yeni bir şarkı türkü yok, eski şarkıların yeni yorumları da o denli güçlü ve güzel değil.


Gözüme çarpanlar

Yüzler asık… insanlar gülmeyi unutmuş… herkes, ama herkes kendini unutmuş vaziyette… kendi aleminde bir durgunluk yaşanıyor. Kimse birbiriyle sohbet etmiyor, konuşmuyor, dertleşmiyor. Bir çay bahçesinde karşılıklı oturmuş iki genç, ellerinde telefondan başlarını kaldırmıyor, birbirlerine baksalar, güzelliği gözlerinde bulacaklar oysa.

Teknolojiyi kullanan kapitalist sistem, işin kolayını bulmuş. Telefon ve bilgisayarlardan sadece sosyal medya dedikleri, dışladığımız magazinlerle doldurulmuş ortalık. Kimse, yediden yetmişe, hakları ve özgürlükleri için mücadele etmiyor. Elindeki telefonla, gün boyu hiçbir şey yapmadan oyalanıyor. Bu durumu fırsat bilen iktidar da kendilerine göre düzenlerini yürütmek için okullara, hatta adliyelere bile dini telkinler veren imamlar atıyor. Kuran kursları eskiden beri küçük yaştaki çocukların beyinlerini bilimle değil inançla dolduruyorlardı zaten.

Bu dinci bakış bir akım… bütün dünyada hâkim olan bu anlayış bir yanda çok zengin yaratırken bir yanda sefalet yokluk çeken halk yoğunluğu yaratıyor.

Doğruyu görüp söyleyip yazmak gazetecilerin görevi ama halk uyanmasın… sen halkı uyandırıyorsun gir kodese bakalım. Bu benim görevim görevimi yapıyorum dese de bütün doğruları haber yapan gazeteciler içerde… bunun dışında aklı başında olarak muhalefet yapan doğruları savunan on binlerce insan bir bahane ile gözaltına alınıp tutuklanmışlar, tutuklanıyorlar. Amaçları doğruları görüp de muhalefet geliştirmesinler.


Mademki ışık saçanlar tutsak… gelin, ülkemizin yönetimini içerdeki siyasi tutsaklara verelim… Ülke, bilimin ışığında nasıl yönetilirmiş dünya âlem görsün. İşte o özgürlükleri kısıtlananlar var ya, inanın bana, ortak akılla ortaklaşa, danışarak bilime sanata değer veren düzenini kurarak insanları nasıl da özgür ve mutlu yaşatır. Vallahi de billahi de, işte size yemin.


Ben de heyecanlıyım…

CanayAkın gelecekmiş Kore’den. Evde bir telaş, bir heyecan… Hele ben, kalp çarpıntılarıyla karşılayacağım onu… CanayAkın’ı ben de ilk kez göreceğim… kocaman bir delikanlı göreceğim karşımda. Beni nasıl karşılayacak, heyecanlıyım…

-------------------

İşte, duru güzelliğiyle, ürkek bakışlarıyla, uzun saçları, kulağında küpesi, bir elindeki uzun tırnaklarıyla, tekeş çoraplarıyla benden izler taşıyan duruşuyla karşımda.

“Ne de güzel bakıyorsun soru sorar gibi” diyemeden sözü ağzımdan aldı, “Beni görmeden, öpüp kucaklamadan, elimden tutup da dedemle gezmelerin tadını bana tattırmadan neden yanlış yaptın, yaya yolu olmayan vızır vızır arabaların geçtiği bir otoyoldan yürüdün ve öldün… buna hakkın var mıydı?” Şimdi birbirimizi seven ama yakınlaşamayan, birbirini ilk gören insanlar gibiyiz.

Evet dünya sürprizlerle dolu…

Birlikte kurulu sofraya oturuldu. Geçmiş anılarımızla şimdiyi süsleyen konuşmalarımız sürüp gitti…

Neboş90, 4 Temmuz 2023 Güzelce

189 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page