top of page
Yazarın fotoğrafıHaberciGazete

Mustafa Balel’in yazısı: Tarihi Küçültmeden Büyümek-1




Mustafa Balel’in yazısı: Tarihi Küçültmeden Büyümek-1

Evrimleşme önlenemez bir süreçtir. Dünyada her şey bir şekilde bu süreçten payını aldı, alıyor, alacak. Son derece doğal bir şey... Kentler de öyle. Onlarda da yaşanıyor bu durum. Birtakım koşullara bağlı olarak büyüyenleri, küçülenleri, revaçta olanları, çaptan düşenleri, tarihten silinenleri oluyor...

Tarihin her döneminde bir olduğu gibi bugün de ülke toprakları içindeki insanlar yana Azerbaycan'ından İran'ına, Makedonya'dan Bosna'ya, Kenya'dan Sudan'a, Etiyopya'ya... dünyanın gözü üstüne dikili bir cazibe merkezi durumunda olan İstanbul, özellikle de son yıllarda bundan en fazla mağdur olanı. Bunu herkes gibi ben de hemen her gün duyuyor, sıklıkla tanığı oluyordum ama, "Karadut"u tanıyana dek bunu hiç mi hiç bu kadar açık bir şekilde görmemiştim doğrusu.

"Karadut"u nasıl mı tanıdım?

Öğretmenliğin sayıları pek de öyle kabarık olmayan güzel yanlarından biri de hangisiyle ne zaman, nerede karşılaşacağınız hiç de belli olmayan sayısız genç yetiştirmiş olmanızdır. Dünya küçük, bunlardan bazılarıyla karşılaşmanız her an mümkün. Olmadık bir anda, hiç ummadığınız bir yerde bir de bakıyorsunuz çıkıvermiş biri karşınıza. Doğal olarak değişmişlerdir. Yüzlerinin sivilceleri gitmiş, kilo almış ya da tersine kilo vermiş, çakı gibi gençler olarak enerji aşılar ya da dünyanın yükünü taşıyormuşçasına çökmüş omuzlarıyla yorgunluğunuza tuz biber olurlar.

Değişen yalnızca dış görünümleri midir?

Kişiliklerindeki değişiklikler özellikle dikkatinizi çeker. Birçoğu bir zamanlar size dünyayı zindan etmiş olan o sorumsuz şeytanlar öyle bir olgunlaşmışlardır ki "haydut"luklarından eser kalmamıştır artık. Öğretmenlerin en güçlü, en acımasız! "zaman" dediğimiz bilgenin eli değip de öğretmediği şey düşünülebilir mi? O hayai, gençlerin her biri yaşamı tanımış, akıllı uslu birer insan, birer baba, anne, işadamı, doktor, mühendis, mimar olmuştur. Bunları duymaktan, görmekten ne mutlu olursunuz ya!

İçlerinde dönüp dolaşıp sözü sahip oldukları varlıklara getirenler yok değildir tabii. Bunu açık açık yapmaktansa dolaylı yoldan yapmaya kalkışanların düştükleri durum özellikle güldürür beni. Acıyla karışık bir gülüştür bu. Servetlerini sıralayıp bununla kasılanlara saygın kimseler olarak bakmanız mümkün mü? Mütevazı görünmeye çalışarak hayatı ballı bir yerinden yakaladığını ucuz ayak oyunlarıyla sezdirmeye kalkışanlara başka nasıl bir duyguyla yaklaşılabilir ki!

Geçtiğimiz kış, bir büyük mağazada karşılaştığım Ersan da işte böyle aradan geçen yirmi küsür yılın olgunlaştırdığı eski bir öğrenci. Beni tanıyıp yaklaşan o oldu tabii. Kendisini anımsayıp anımsamadığımı soruyor. Yüzüne şöyle bir bakmam, ağzından dökülen ilk birkaç sözcüğün yılların derinliklerinden getirdiği görüntülerin daha bir netleşmesini sağlıyor. Yoğun bir Balkan vurgusunun ilk anda kendini ele verdiği, sonradan öğrenilmiş bir Türkçe ile her biri, üzerinden slip çekiliyormuş gibi vurgulu, biraz da fazlaca tane tane çıkıyor sözcükler.

Adını anımsamıyorum, ama hani şu ara rejimin öğretmen ve öğrencileri askeri disiplin içinde, silahların gölgesinde yarım saatlik bir sabah sporu yapmaya zorladığı günlerdeki. "anında müdahale ekibini” unutmak mümkün mü! Şu "ünlü" sabah sporu - Tanrım, yarım saat oldukları yerde tepinmeye zorlanan bu çocukların, bu Çin işkencesi, bittikten sucuk gibi ıslanmış bir halde yerde, tozun, toprağın arasında bekleyen çantalarını alıp kan ter içinde kendilerini sınıflarına attıklarında ortalığa yayılan ter kokularını düşünebiliyor musunuz!- sırasında kendisinden bir yaş büyük ya da küçük kardeşiyle ses cihazlarında olası bir bozulma durumunda kürsünün yanında anında müdahale ekibi olarak beklerlerdi. Sıkı sıkı örülmüş beliklerini tepesinde topuz şeklinde toplayan sınıf başkanı kızkardeşini bile anımsıyordum. Bunu ona da söylüyorum. Gülüyor. Evlenmiş o örgülü kız. Kolejde okuyan çocukları varmış. Örgüleri yokmuş artık. Kesmiş. Hem de öyle kısa ki, tutup çekmem mümkün değilmiş artık. Cımbız, kargaburnu falan gerekirmiş...

Gülüşüyoruz.

Standın önünü kapatmamak için çekilip bir köşede yaptığımız bu sohbet sırasında, Ersan'ın her ne kadar liseden sonra okuma olanağı bulamadıysa da makine ithal eden bir şirkette teknik eleman olarak çalıştığını, kimseye müdanası olmadan gül gibi geçinip gittiğini, hatta elden düşme bir BMW'si, "Karadut" adında bir de teknesi olduğunu öğreniyorum. Hafta sonlarında Boğaza geziyor, Ada sahillerinde dolaşıyor, bazen de balık için Marmara'ya açılıyormuş. Yaz gelsin beni de alırmış... Telefonumu alıyor, telefonuma kendi numarasını kaydedişini izlerken benzer şeyleri sıkça yaşayan bir insan olarak bunun da ötekiler gibi bir süre sonra unutulup gideceği düşüncesiyle hınzırca gülümsemek geçiyor içimden.

Nitekim öyle oluyor. Onca gailenin arasında, o günden sonra Ersan unutulup gidiyor tabii. Aradan aylar geçiyor. Hiç ummadığım bir anda, bir akşam bir telefon! Arayan Ersan! Kim ki o? Ersan diye bir tanıdığım var mı benim? Yıldırım hızıyla gerçekleşen bu zihinsel etkinlik bir şekilde karşı tarafa da malum oluyor herhalde. Biraz bilgi verme gereği duyuyor telefondaki ses. Hani kışın bir hipermarkette... Nihayet toparlıyorum… Sabahleyin tekneyle açılmayı düşünüyormuş ve kendisine katılırsam çok memnun olacakmış... Hoppala! Beklenmedik bir anda cıkagelen bir davet insanın kendini bir boşluğun içinde bulmasına yol açıyor tabii. Durup dururken nereden çıktı ki şimdi bu!.. En kolayı kibarca reddetmek. Ama olmuyor. Ersan ısrarlı; kolay kolay pes edeceğe de benzemiyor.

Sabahleyin, dışarıdan baktığınızda çamurluklarının biraz paslı olması dışında dikkat çekici hiçbir yanı olmayan BMW'sine yiyecekleri yüklerken kapıların iç kısmının döşemesiz, çıplak oluşu yetmezmiş gibi bir zamanların görkemli bu arabasının bazı parçalarının bugün akla hayale gelmeyen bir şekilde sümmetedarik şeylerle ikame edildiğini görünce yaşadığım şokun bir benzerini de Sütlüce'deki tekne barınağında yaşıyorum. Denizin durgun sularında salınarak bizi beklemekte olan Karadut'u gördüğümde... Boğaz'ın çalkantılı sularında canımı buna emanet edeceğim ha?

İçimden geçenleri seziyor olmalı, güven verme gereği duyuyor. "Külüstür" diye düşündüğüm şu BMW hurdasının gerçekte "zehir" gibi çalıştığını kendi ağzımla söylemişim değil mi?... Bu da aynen öyleymiş. Çok değil bir on dakika dayanayım, hemen alışıverecekmişim.



Bu sözleri bir güvence saymaktan çok, yoksa un çaresizlikten olacak, "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın" deyip teknedeki yerimi alıyorum. Ersan halkı. Birkaç saniyelik bir tedirginliğin ardından bir de bakıyorum alışıvermişim. Bunda kokusundan burnumun düşeceğini sandığım Haliç'i beklediğim gibi bulmamamın payı büyük elbette. Teknemiz balçığa falan saplanmıyor. Görüntü kirliliğinden midem de bulanmıyor. Tersine, kirliliklerin iyice azalmış olduğunu görmenin huzuru içinde, Ersan'ın kahvaltıyı yapacağımız yer konusundaki önerilenlerinden ilk sırayı alan Haliç'i seçiyorum. Yüz metre kadar ötede Koç Müzesi'nin simgesi haline gelen ünlü denizaltına sırtımızı dönüp Yeni Cami'yi, Galata Köprüsü'nü, bir onur anıtı gibi yükselen büyük deha Mimar Sinan'ın dev yapıtı Süleymaniye'yi, bordoya çalan rengiyle gizemli Patrikhane'yi, iğrenmeden elimizi sokabilecek kadar temizlenmeye başlamış suları yararak gidip gelen ve avuç içi kadar iskelelere yaklaştıkça çarptı çarpacak diye yüreğimi ağzıma getiren şehirhattı vapurlarını, tur teknelerini izleyerek karınlarımızı doyuruyoruz.



Manzara nefis! Son derece iştah açıcı şeyler bütün bunlar. Ama sınırlandırılmış bir kamerayla baktığınızda tabii. Keşke perspektifi biraz genişletip Eyüp'ten yana çevirmeseymişim bakışlarımı! Her şeyin bir anda yıkıldığını görüp lokmamı boğazıma düğümlememiş olurdum. Bir zamanlar haşmetiyle uzaktan bile insanları etkileyen o harika Eyüp Sultan Camisi ve çevresindeki tarihi yapıların tepelerden aşağı inen ve insanda neredeyse caminin kubbesine, minarenin şerefesine oturacakmış izlenimi yaratan şu çarpık yapılaşma insanda ne iştah bırakıyor, ne de kıvanç. Gözlerimi o kesimden ayırmadığımı gören Ersan düşüncelerini okurmuş gibi: "Ne biçim iş anlamıyorum. Birini yaparken birini bozuyoruz." diyor. Daha doğrusu, diyoruz. Vokal yaparmışçasına ikimiz ayni anda söylüyoruz bunları. Ersan'ın benden farkı, korkmadan ve üşenmeden tekneden adamakıllı sarkıp Haliç'ten aldığı bir avuç suyu duruluğunu göstermek istercesine ağır ağır yeniden Haliç'e bırakmak oluyor.


Mustafa BALEL


Not: Bu yazının ilk yayımı: Ataşehir Ev Kültür, Eylül-Ekim 2005, S:3, s:20-21

147 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page