[Uzak diyarlardan bir dost, gönderdiği iletisinde, bulunduğu ülkeden Türkiyemizin nasıl göründüğünü özetledikten sonra, birkaç yıllık birikimin sonucu olduğu anlaşılan duygusunu açıklıyor:
“Yediğim ekmekten, içtiğim sudan utanıyorum.”
Böylesi bir tümcenin beni sürüklediği geçmişe ve bugüne dayanan “yürek fırtınalarımı yazmazsam olmaz.”
“Her ne kadar sürç-ü lisan edersek affola!”
Her nerede duyarsam duyayım, beni yıllar öncesine döndüren dört sözcüktür “ekmek yemek, su içmek.” Ol nedenle her yemekten sonra “Ekmeğimizi yedik, suyumuzu içtik, şimdi ne kadar iş olursa yaparız” derim; benim tümcem değil bu; yüreğimde yer etmiş bu tümce bir maden işçisinin...
Deniz seviyesinin 425 metre altı. Yukarıdan “güm” sesi geliyor; yanımızdaki mühendis açıklıyor: “limandaki gemi demir attı.”
425 metre suyun altı. Karadan giriş noktamızı hesaplarsak, 600 mü, yoksa 700 mü şimdi anımsamıyorum.
Yarım daire bir tünelin içindeyiz; ışıklar ıpılıyor... Ayaklarımızın altında ray demirleri... Karanlığa doğru kıvrılıp gözden yiten bir dehliz...Yanlarımızda ağaç direkler, direkler... Üstümüzde ağaç kütükler... Çatılmış, tünel yapılmış; bunlara ‘domuzdamı’ denildiğini aktarıyor bize yanımızdaki mühendis; bu işi yapanlara da domuzdamcı... Direk-kütük aralarından sular sızıyor... Islak rayların yanlarında yol bulup akan sular... İs-nem-toprak-kömür kokusu birbirine karışmış... Alınlarımızdaki lambaların ışığında toz bulutlarının içinde olduğumuzu görüyoruz...Maden tozu bunlar; hani şu sobalarımızda, kaloriferlerimizde yaktığımızda tanıştığımız; çokça da bize gelinceye dek ne emeklerin siyahına sindiğini düşünmediğimiz taşkömürünün...
Uzayıp giden iki insan boyu tünelin bir yerinde duruyoruz; sağımızda bir yan girişin başındayız; “teslim edildiğimiz” mühendis açıklıyor; “Şimdi bu uzayıp giden tünel gibi 50-60 metre alt kodda bir tünel daha var; sağımızdaki bu gireceğimize de galeri deniyor; bu galeri alt tünele bağlanıyor; uzunluğu 185 metre, kömür buradan çıkarılıyor; galeri bu tünelle alt tünelin arasındaki koddan madenin çıkarılmasına yarıyor; galerideki işçiler ileriye doğru toprakla-taşın arasındaki kömürü çıkarıp aşağı tünele doğru aktarıyor; kömür galerinin aşağıdaki ucunda bekleyen vagonlara doluyor ve tünellerden geçirilerek yeryüzüne ulaştırılıyor...”
Mühendisin gösterdiği “galeriye” bakıyoruz, korkuyla: Bu Zonguldak Maden Ocakları’nda, Üzülmez girişinden bindiğimiz trenle (vagonla) yerin içinde 20 km kadar ilerledikten sonra, yeraltı asansörüyle 700 metre kadar derine inerken duyduğumuz korkudan farklı... Yerüstündeyken imzalatılan “madene kendi irademle iniyorum, kurallara uyacağım, başına bir şey geldiğinde hiç kimseyi sorumlu tutmayacağım”a benzer belgeyi imzaladığımızda duyduğumuz korkuya da benzemiyor. Bir daha bakıyoruz “galeri”ye: eğilerek girilebilecek, aşağıya doğru eğimli, işçilerin baretlerindeki ışıklarla aydınlatılmış, üstteki taş ile alttaki zemin arasına kalın kalaslar dayatılmış, derme-çatma domuzdamları yapılmış, ucu görülmeyen bir dehliz... Girişe göre sola doğru yatmış kazma sallayan, yarı büklüm maden küreyen, her yanları karaya bulanmış, yalnız gözleri ve konuşurken dişleri parlayan işçiler... bir de baretlerindeki ışık parlıyor...
“Buraya mı gireceğiz?”
“İşçilerin çalışma koşullarını görmek istiyorsanız, en uygun yer burası. Kömür böyle yerlerden çıkarılıyor...”
“Tehlikesi?”
“Kurallara, uyarılarıma uyarsanız, tehlikeli değil... Gaz ölçümü yapılmış, en güvenli yerlerden biri... Aksi olsa zaten işçilerimizi de sokmayız.”
“Uyarılarınız nedir?”
“Bu galeri 1.50 metre yüksekliğinde, kimi yerlerde 80 santimetre. Oralardan sırt üstü yatarak geçeceğiz. Kayalar arasında yatarak çalışan işçiler moralinizi bozmasın, isterseniz konuşabilirsiniz, ses de alabilirsiniz, gaz ölçümleri olumlu, fotoğraf çekmeseniz daha iyi olur; bir tehlike anında emirlerime kesinlikle uyun, yeter...”
Eğilip galeriye giriyoruz... Ses alma aracımızı açıyoruz... Kimi işçiler kömür kürüyor ortadaki bir “bandın” üzerine, kimileri sol yandaki üst ve alt taban arasındaki kömürü kazıyor... Birkaç işçi de, kazılan yeri direkleyerek sağlama alıyor... İşçilerin kazıp ilerlediği yer sağlamlaştırıldıktan sonra, geride kalan ve şimdilik direkli olan bölüm çökertiliyor, böylece ilerleniyor... Bunu öğreniyoruz.
İşçiler kan ter içinde, yarı çıplak, her yanları kömür tozu, ha bire çalışıyor... Yanımızdaki mühendisi tanıdıkları için, çekinerek konuşuyorlar...Anlattıkları, gördüklerimizle uyuşmuyor pek... “Siroz” diyorlar, “emekliliğin iyileştirilmesi” diyorlar, madencinin çok yaşamadığından dem vuruyorlar, “yukarıda çalıştırılmak istediklerinden” söz ediyorlar; ama genelde “tevekkül” içindeler...
Galeriden, mühendisin “oraya dokunma yıkılır, oraya basma kayar, o direği bırak maden göçer” gibi sert ve korkutucu uyarılarıyla ve birkaç yerinde sırt üstü sürünerek-kayarak; ayaklarımızın altından aşağıya doğru kömür taşıyan mekanizmaya -adı dekovil miydi neydi?- kendimizi kaptırmamaya çalışarak kan ter içinde, belli etmeyi -her gün bu koşullarda çalışan işçilere ayıp olur diye- kendimize yakıştıramadığımız bir korkuyu yaşayarak çıktık. Çıktık da sayılmaz; aşağıdaki kömür vagonuna düştük.
Şimdi anımsamaya çalışıyorum; bir üstteki tünele benzeyen bir başka tünele çıktık; sağa baktık, sonsuza doğru uzanan raylar ve tünel... sola baktık öyle.
“Şimdi ne yapacağız?” dedik korkumuzu fark ettirmemeye çalışarak, mühendise.
“Sola doğru ilerleyeceğiz, birkaç yüz metre ilerde bu tünelin sonundaki işçileri göreceğiz; onlar bu tünelleri ileriye doğru açan kişiler... Lağımcılar!”
“Burası galeriye göre daha serin... Her yer böyle mi?”
“Hayır, buranın havalandırması iyi... Temiz havayı yeryüzünden basarız bu tünellere.” “Yanda ahşap kapılar var, iki kanat, bunlar ne işe yarıyor?”
“Tüneller arasında hava akımını kontrol etmeye ve geçişleri sağlamaya.”
“Peki bu solda gördüğümüz girintiler...?”
“Onlar eskiden kalmış... Bir zamanlar işçilerin çıkardığı kömürü eşeklerin çektiği vagonlarla yeryüzüne ulaştırırlardı. Bu girintilerde merkepler dinlendirilirdi, yemlenirdi. Onlardan kalmış bir hatıra...”
Yürüyoruz...
Ne yöne gittiğimizi bilmiyoruz doğal olarak... Yön ve zaman duygumuz daha şimdiden yitmiş-gitmiş...
Solumuzda kalan çift kanat kapılardan birini açıyoruz merak nedeniyle... Arkamızdan gelen sert bir rüzgârla karşılaşıyoruz; hava akımı bizi aşıp yukarılara doğru yükselen, ıpılayan ışıkların altında ıslak ıslak parlayan merdivenlere doğru koşuşturuyor sanki... Merdivenlerin vardığı yer görülmüyor...Kapı kanadını kapatıyoruz; ahşap kilit sisteminin kolunu indiriyoruz; birden içimi bir dağ havası sarıyor; yayla çimeni kokusu doluyor içime... taze kesilmiş çayır... Ardından hartama damlı, kırma çatılı yayla evimizde duyumsuyorum kendimi... kapının ahşap direngeçini vurunca arkasına içime dolan güveni duyuyorum...
“Alâettin kapıyı beğendin galiba, gelmiyor musun?” diyor birlikte olduğumuz, prodüktör arkadaşım Nail Ekici... Ayırdına varıyorum... kilitlediğimiz kapının önünde kalakalmışım... dalmışım. Bir arkadaşımız daha var yanımızda; teknisyen, sesleri alıyor; Çetin Arısoy... Çetin sürekli bir şeyler mırıldanıyor; türkü desek değil, şarkı da değil... Dikkat kesiliyoruz; yakınıyor... Sonradan öğreneceğiz, Çetin bizden gizlemiş “kapalı yer fobisi” olduğunu; görev aşkıyla ve fotoğraf çekme tutkusuyla...
Şimdi aramızda olmayan Çetin Arısoy, yerin 20 km altına girip, 700 metre derinine indiğimizde yaşadığı korkuyu sonradan anlattı bize; «Alâettin o kapıyı açtığında, karanlıkta parıldayan ıslak merdivenleri gördüğümde cennete doğru yükseleceğiz umuduna kapıldım. Galeriden geçerken bildiğim bütün duaları okudum... Bir daha öyle bir yere beni, değil fotoğraf aşkım, değil görev bilincim, TRT Genel Müdürlük makamı bile sokamaz. Hele ‘kimse sorumlu değildir’ belgelerini nasıl imzaladık, hâlâ inanamıyorum.”
Maden mühendisi rehberimiz-sorumlumuz önde, biz arkada ne kadar süre yürüdük, kaç adım attık... bilmiyorum; denizin 425 metre altındayız; dağın 700 metre... Yorulmuşuz; ter paçalarımızdan akacak neredeyse; rengimizin grileşmekte olduğunu birbirine bakınca anlıyoruz... yürüyoruz... Rehberimiz söylemese de, üç yanımızdaki ahşap direklerin giderek yeni yontulmuş ve şimdilik kömür tozuyla kaplanmamış olmasından anlıyoruz ki, tünelin sonuna geliyoruz. Nitekim az sonra karşımıza taş-toprak-kömür karışımı bir duvar çıkıyor; Zonguldak Maden İşletmeleri’nde Üzülmez Bölgesi’ndeki -metan gazı bakımından ses almaya, fotoğraf çekmeye en uygun- tünellerinden birinin sonundayız; on kişilik bir işçi grubu karşılıyor bizi... İşçiler baretlerini, kazma-küreklerini bir yana bırakmışlar; yerde yatan direklerin üzerine oturmuş, yemek yiyorlar... Bizi görünce ayağa kalkıyorlar; “buyur” ediyorlar yere serdikleri gazete kâğıdı üstündeki ekmek, (galiba) peynir, elmadan oluşan sofralarına...
Oturduk; konuşmak için... Sesalma makinemiz açık; ortamdan etkilenmişiz; kilometrelerde uzanan bir tünelin ucunda, tüneli daha ileriye taşımak için kan-ter içinde, binbir tehlike altında çalışan işçiler... Sorularımız bölük-pörçük ve duygusal... TRT Prodüktörü olarak kendimize yakıştırmasak da, durum saptaması yapmamıza yarıyor: Ailelerinin kaç kişi olduğunu; çocuk sayısını, okuyup okumadıklarını; kaç lira aylık aldıklarını, yetip yetmediğini soruyoruz.
“Yeter mi bey, yeraltında çalışanlar 15 gün çalışır; kömürün tozunu ciğerine çeker, 15 günlük yevmiyesini-maaşını alır, gider köyünde 15 gün dinlenir; yoksa dayanamaz bu çalışma şartlarına...”
“Nasıl yani, çalıştığınız sürenin parasıyla bir ay mı geçinirsiniz?”
Soru mu bu? Böyle mi sorulur? Sorulur, o ortamda insanın dili damağı kuruyor, ne söyleyeceğini-soracağını bilmiyor...
“Evet bey, aldığımız 15 günlük yevmiyeyi bir ayda harcarız... Yeraltında sürekli çalışılamaz, kimse dayanamaz buna... O yüzden böyle bir sistem kurulmuş... 15 gün burda, 15 gün köyde...”
Rehberimiz maden mühendisi, soruların uzamasından tedirgin... İşçilerin de rahat konuşamadığını seziyoruz...
Daha önce sırt üstü sürünerek geçtiğimiz galeride “beyim ben artık burada çalışmaya dayanamıyorum; beni yerüstüne alsanız” diyen işçiye; biraz da “babacanlık taslayarak” “çalışırsın, çalışırsın, daha yaşın ne ki!” dediğini, yakınan işçinin “yaşım 45 oldu” sözüne de “daha gençsin genç, çalışırsın, dayanırsın” diye yanıt vermesini anımsayarak sorularımızı sürdürmüyoruz...
İşçiler de bir an önce işe dönmeye eğilimli. “Size kolay gelsin” diyerek kalkıyoruz. İçlerinden uzun boylu, yüzü benli, baretinin altındaki saçları ağarmaya başlamış biri: “Kolaylık getirdiniz bey. Ekmeğimizi yedik, suyumuzu içtik, şimdi ne kadar iş olsa yaparız!” demesin mi!
Yerin 700 metre altından, dağın 20 km içinden nasıl çıktık, anımsamıyorum.
Kulaklarımda bir uğultu halinde, lağımcı işçinin sesi:
“EKMEĞİMİZİ YEDİK, SUYUMUZU İÇTİK, ŞİMDİ NE KADAR İŞ OLSA YAPARIZ.”]
Kaynak: YİTİK UMUTLARIN GECE BEKÇİSİ ALÂETTİN BAHÇEKAPILI, , Nehir Söyleşi: Korkut Akın, İstanbul 2019, BRT Yayınları, C: 1, s_232-237
Korkulu bi rüya gibi.Okudukça o tünellerden,o daracık geçitlerden geçer gibi oldum.Karanlıklar içinde yol aldım.Kapadokya'da girdiğim yeraltı şehri gözümün önüne geldi.Eğilip bükülerek geçtiğim daracık geçitler gözümü korkutmuştu.Biran önce aydınlığa kavuşmayı, yeraltından yeryüzüne çıkmayı istiyordum.Düşünüyorum da;bunları hergün yaşayan ve o koşullarda kazma sallayan maden işçilerinin ekmek kavgasını verdiği durumu.Gerçekten emeklerinin karşılığı para ile ödenemez.Acımız büyük.Acılı ailelerin,acı hissedenlerin acılarını paylaşırım.Kader bu ise, batsın o kader.