top of page
Yazarın fotoğrafıHaberciGazete

Alâettin Bahçekapılı yazdı: Turan Dursun'a yeni ev bulabilseydim...?



Bugün 4 Eylül 2024.

Turan Dursun tam 34 yıl önce katledildi.

Aşağıdaki yazı gazeteciliğinin 50. yılı nedeniyle Korkut Akın'ın yaptığı nehir söyleşinin yer aldığı YİTİK UMUTLARIN GECE BEKÇİSİ ALÂETTİN BAHÇEKAPILI kitap setinin 1. cildinden alınmıştır.

Kenarına iliştiği koltukta, rahat

olmadığını farkettiğimde, birkaç dakika olmuştu Kazasker’deki evimizde yemek masasından kalktığımız… “Nasıl rahat edeceksen öyle otur arkadaşım sözümü ikiletmedi, koltuktan kaydı, halının üzerine indi; ayaklarını “kusura bakma Tülay Yenge, böyle daha rahat oluyorum” diyerek cam sehpanın altına uzattı. Sırtı koltuğa dayalı, terlik istemediği için kareli motifleri olan çorapları görülen ayakları sehpanın altında, bir yandan Tülay’ın yetiştirdiği çayını yudumluyor, bir yandan da –her konuğun bir eve girdiğinde yaptığı gibi- salonu, mekânı inceliyor: “Ne ferah bir yerdesiniz! Belli oluyor Alâettin’in gayretinin semeresini verdiği… Tülay Yenge, siz de pek maharetli, becerikli, zevk sahibi biri imişsiniz, belli oluyor… Yemekler çok lezizdi; son zamanlarda yediğim en güzel ev yemekleri… Eline sağlık.” “Acaba diyorum, işsiz kalsam, Tülay’ın açacağı ev yemekleri yapan bir lokanta karnımızı doyurmaya yeter mi?” diye latife ediyorum: “Bana sorarsan marka da olursunuz, zinciri de oluşturursunuz. Gerçi yemek seçtiğim olmaz, ama hanım Ankara’da ben burada olunca, yemeklerimi kendim yapıyorum, bilirim iyisini, lezzetlisini yani…” Evimizdeki konuğumuz Turan Dursun. Bir sevecen, bir bilgin, içindeki aydınlık yüzüne vurmuş bir bilge… Dostundan sevgisini, saygısını, emeğini esirgemeyen, konu açıldığında bilgisini sebil eden bir derya… Bir zamandır TRT yönetimince İstanbul’da görevlendirilmiş… Radyoevi’ne geliyor; ancak bir şey yaptırıldığı söylenemez; boş oturmayı yakıştıramıyor kendine… Bir gün benim daktilo ile boğuştuğumu görünce, dayanamıyor; “Ya Alâettin, konularından birini söyle bana…” Ben de “Atatürk ve barış” diyorum kısaca, başımı yazmakta olduğum metinden kaldırmadan… On dakika geçmiyor, bir kâğıt giriyor daktilo ile gözlerimin arasına. Başımı kaldırıyorum; “Al bakalım, beğenecek misin?” Bir sayfalık metni soluksuz okuyorum; sanki ben yazmışım(!) gibi. Sözcüğüne dokunulabilecek gibi değil… Böyle biri Turan Dursun. Eskilerin deyimiyle “malumatfuruş.” Bilgisi derin, kalemi güçlü… O sıralar başlıca derdimiz, “bir mağaraya çekilip orada yaşamak, kitaplarımı yazmak istiyorum” arzusunun geçerliliği ve gerçekle ne denli örtüştüğü… Bunu tartışıyoruz… Büyük bölümünü yazdığı Kur’an Ansiklopedisi’nin basılma olanağı nasıl bulunur konusu geliyor ardından, gündeme… Eski bir meslektaş olan, o sıralarda reklamcılık yapan bir ortak arkadaşa gönderiyorum; sevinçle geliyor: “İyi gelişmeler var, Ersin ‘geçimini sağlayacak olanakları bulurum, baskı işini de araştırırım’ diyor.” “İyi işte. Ansiklopedi’yi iyi korumak gerek.” “Yalnız benim bildiğim bir yerde… Bilmeyince bulunacak gibi değil.” Daha o dönem, Kulleteyn yazılmış, basılmış değil. Zaten bu kitabın basıldığını Turan Dursun görmemiş: Kulleteyn’i anlattı bana, çok önceden; nasıl bir çocukluk geçirdiğini, babasının “Basra ve Kuffe’de olmayacak ölçüde ‘âlim’ olacaksın” diye kurduğu hayali, ailenin Sıvas’tan Ağrı’ya “topraklarına sahip çıkma” adına göçünü, ailenin bildikleri topraklara “ağalar tarafından” el konulduğunu görmeleri üzerine ortada kalan aileyi geçindirmek için babasının “biraz bildiği dini konularla” çevre köylerde imamlık yapmasını, aile Muş’a göç edince kendisini, Ağrı’nın Tutak ilçesine bağlı Kargalık Köyü’nde Şeyh Ramazan diye birine teslim etmelerini... Bunları hep anlattı... Şeyh Ramazan’dan Molla Nadir Efendi’den öğrendiklerini, Arapça okuma, Kürtçe konuşma nedeniyle az bildiği Türkçe’yi de unutuşunu... Camide yatıp kalkışını, köylüden toplanan her türlü yiyeceğin, tatlının ekşinin, etlinin sütlünün bir kazana dökülüp karıştırıldığını, bunu tası olanın tasına, olmayanın ekmeğinin üstüne koyup yediklerini... yani çocukluğunun gerçek öykülerini... Anlattı, anlattı... Kulleteyn basıldığında öğrendi herkes: “Yaklaşık olarak 13 tonluk suya verilen addır Kulleteyn ve şer’i kurallara göre ne olursa olsun temiz sayılır bu su birikintisi. Turan Dursun çocukluk (11 yaşına kadar olan) dönemini anlatır romanında. Yazar kitapta hocalardan ve şeyhlerden din eğitimi alan Türko’yu, yani kendisini anlatır. Biz kitapta sadece Türko’yu bulmayız. O coğrafyadaki cehaleti ve bu cehaletin kadın erkek ilişkilerine yansımasını da buluruz. “Ben” diyordu, “orada okuyan Kürt öğrenciler ‘Sarf’ ve ‘Nahv’ ile yani bir Arapça gramerle 15 yıl uğraştırılırken, babamın belirlediği, kafama aşıladığı hedef nedeniyle hocalarımızın ‘on iki ilim’ dedikleri ilimlerin tümünü bir iki yıl içerisinde bitiriverdim. Son ders kitapları olan “Cem-ül Cevam”ı okudum, bitirdim; öğrenecek bir şeyim kalmamıştı... Ben madem ki Türk’tüm, öyleyse, Türk’lerde geçerli olan Hanefi mezhebinin usulüne göre okumalıyım, dedim. O nedenle çıktım, Kayseri, Adana, Sıvas’ta bulabildiğim hocaların yanına gittim okumaya... O usulle de yani Hanefi usulünce de ‘mücaz’ oldum. Yani icazet aldım. Gittim, müftülük, vaizlik sınavlarına girdim; daha askerliğini yapmamış bir gencim. Dediler ki, “çok iyi biliyorsun; ama daha çocuksun; biz çocuğu müftü, vaiz yapmayız. Sen şimdi askerliğini yap, gel, ondan sonra...” “Gittim askerliğimi yaptım (1955-57). Askerde Türkçe okuma-yazmayı öğrendim. Geldim İstanbul’daki Mahmut Paşa İlkokulu’nda sınava girdim, diploma aldım. Bu arada Çarşamba’daki Üçbaş ve İsmailağa medreselerinde birçok müftü ve vaiz yetiştirdim. Yüksek dereceli talebelere ve hocalara Arapça ve İslami bilim alanlarında dersler verdim. Yeniden sınavlara girerek vaiz ve müftü oldum. Önce Tekirdağ’da, sonra Sıvas’ın Gemerek ilçesinde müftülük yaptım, ardından da Sıvas Bölge Müftüsü oldum. Bu arada bitirme sınavlarına girip ortaokul diplomasını da aldım.” Sıvas’taki çalışmalarından, cemaatlerle çatışmalarından fazla söz etmezdi Turan, ama biz bilirdik: Toplumu cemaatlerin etkisinden kurtarmak, Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine yönlendirmek için gösterdiği üstün gayretler, onu, “hedef haline” getirmişti. 620 imam ve vaizle Cumhuriyet Bayramı’na katılıyor; aralarında kan davası olan köyleri, köylüleri barıştırıyor, Atatürk plaketiyle ödüllendiriliyor, ulusal basında kendisinden “Atatürkçü müftü” diye söz ediliyor, karşıtları ise “Komünist müftü” olarak niteliyordu. Bütün bunların sonucu sürgünler yaşamış, Sıvas’tan Manisa’ya, ardından Tokat’a gönderilmiş, yeniden Sıvas’a döndüğünde de rahat bırakılmamıştı. Ankara Altındağ, sonra da Sinop’un Türkeli ilçesindeki dini görevleri 1966’da TRT’ye girmesiyle başka bir alana yönelmişti. 1968’den sonra yaptığı izlencelerle dikkatleri üzerinde toplayan Turan Ağabey, burada da engellemelerle, mağduriyetlerle, sürgünlerle karşılaştı. 1976’da Şaban Karataş döneminde Erzurum’a sürgününü yaşadı. (Ben de o sürgün dönemini yaşadım.) Artık kendisiyle uğraşanlar arasında Diyanet İşleri Başkanlığı da vardı: “Başlangıcından Bu Yana İnsanlık” dizi izlencesinin engellenmesi, yayından kaldırılması için resmi baş- vurular yapıldı TRT’ye. Başarılı da olundu.



“Turan Ağabey” dedim bir ara: “Bunca tartışılması gereken düşünceler açıklıyorsun, neden bir kişi bile çıkıp senin ileri sürdüğün görüşleri tartışmıyor da, susturmak için hep siyasal, bürokratik yollara başvuruyorlar?” Ben Kur’an dilini iyice bilen, asıl kaynaklarına dayanarak yorumlayabilecek bir kişiyim; Kur’an’ın her sözcüğü için, her yazdığım için en az 5-6 gerçek kaynak gösterebilirim; bundan dolayı kimse karşı çıkamaz yazdıklarıma, yazacaklarıma. Dini gerçek kaynaklarından irdeliyorum; ben hadisleri hep İslam dünyasında en sağlam kabul edilenlerden aldım. Ben hadisçi, fıkıhçıyım… bir hadis ne ölçüde doğru olur, ne ölçüde olmaz onu da bilirim... dikkat ediyorum, sağlam hadislerin dışındaki hadislere yer vermiyorum... şimdikiler ne yapıyor; asıl kaynaklara değil, aktarmalara, aktarmamın aktarmasına dayanıyor; bozuk, çürük temellere... Ben 11. ve 12. yüzyılın Arapça’sının yanı sıra 6. yüzyılın Arapça’sına da vakıfın, egemenim, iyi bilirim. Biri çıksın, ben de biliyorum 6. yüzyılın Arapça’sını, desin, diyemez. Suskunlukları bundan da kaynaklanıyor...” Aslında, Turan Ağabey alçakgönüllü biriydi; sessiz ve sakindi; sesini yükselteceği yeri ve zamanı da bilirdi. Din adamlığı dönemindeki savaşımından, anılarından söz etmeye yanaşmaz; TRT’de yaptığı ve “aydınlanmacı kimliğini” ortaya koyduğu izlenceleri önemserdi. Arap dünyasını tarihçi, düşünür, sosyolog gözüyle inceleyen, Arap karakterini değerlendiren, irdeleyen İbni Haldun’un 1377’de kaleme aldığı ünlü yapıtı Mukaddime’yi çevirmişti Türkçeye. 1977’de Onur Yayınları’nca basılan kitaptan Turan Dursun’un, Batı dünyasının da ilgi odağında olan bu yapıtı çevirirken bizzat yazarının 1402’ye kadar yaptığı sayısız düzeltmeleri de elyazmalarından ve yapılan çevirilerden karşılaştırmalı olarak gözönüne aldığını öğreniyoruz... Ki bu, “toplumların ve dilin gelişimini kavramasındaki derinliği” kadar, işindeki titizliğini, bilime verdiği değeri göstermesi bakımından da önemli bulunuyor. Kazasker’deki evimde geç saatlere kadar sohbet ettiğimiz o konukluğunda, birden eşim Tülay’a dönüp sordu: “Yenge, bu Alâettin arkadaş ile iyi uyuşuyorsun musun?”Zor biri; ama uyuşuyorum.” “Bana da öğret!“Sihrini mi?” “Hayır ben öyle şeye inanmam. Yolunu!”Yolu, karşılıklı sevgi ve saygıdan geçer… Sizde böyle değil midir?” Turan Ağabey bir süre sustu. “Eşim Ankara’da yaşıyor, çocuklarla; ben buradayım…” dedi, yine sustu. Birden konuyu değiştirdi: “Yenge, Kur’an’ı okudun mu?“Okudum, hafız sayılırım…” “Arapça- sını okudun!” “Evet, yazılı olduğu dili…“Anlamını biliyor musun okuduklarının?” “Hayır, çoğunu bilemem; yalnız duaların ne anlama geldiğini…“İşte sorun burada.” Ben araya girme gereği duydum: “Kütüphanemde 5-6 tane meal var.”Hiçbiri doğru değil, değeri yok. Bunu söylediğim zaman, kimse karşı çıkamıyor, kimse benim dediklerimin yanlışını gösteremiyor; herkes susuyor; doğru da demiyor, yanlış da demiyor. Bu beni çıldırtacak. Ne zaman konuşacaksınız, diye haykırmak geliyor içimden… Ben ölünce mi?” Öldürülmesinden sonra ünlü olan şiirini o akşam bize söyledi: “Ölürsem, / o zaman anlarsın. / Ölünce biri, / pazar, kışın, / iki yüz olur hemen yüzler, hemen! / Dersin, neymiş meğer! / Ben de ölürsem eğer / ey aydın cemaat! / Lütfen öldürme beni, / lütfen!” Turan Ağabey, kendini yok sayan, söylediğini tartışmaya açmayan, buna cesaret edemeyen ya da bu birikime sahip olmayan “aydın cemaat!”e “lütfen öldürme beni, lütfen!” diyordu bütün inceliğiyle, kalp kırmaktan korkan çelebiliğiyle… O akşam, İslam’da, Kur’an’da kadının yeri konusuna özellikle değindi ve “ben, inanç konusunda en çok kadınlara şaşırıyorum” dedi. Biz anladık ne dediğini; ama yetmezdi. Herkesin anlamasıydı “önemli olan. Bir ara ben öneride bulundum: “Turan Ağabey” dedim; “Yaşamöykünü, yaşadıklarını, savaşımını, duygu ve düşüncelerini kayıt altına alsak; sesli ve olanak bulunursa görüntülü olarak…Ne dersin?” “Ben de isterim; ama zaman bulabilir miyiz? Ben sürekli yazıyorum, bitirmek zorunda olduğum, öyle duyumsadığım kitaplarım var… Görüşmelerim sürüyor, dergilerde yazılar yazacağım… Yani, kendime ayıracak vakit bulabilir miyim, bilmiyorum. Ayrıca senin de durumunu görüyorum… Sen de yoğunsun…” Bir süre sonra, “daha geniş zamanı olduğunu düşündüğü” ortak arkadaşımız Nursel Duruel ile böylesi bir çalışmaya başladığını söyledi bana, biraz mahcup, biraz ezik. “İsabet etmişsiniz” dedim. “Hem Nursel’in kaleminin yetkinliği senin dilinin yetkinliğine denk… Daha iyi olur…” Kitaplarını yazmak için ortadan kaybolduğu” bir dönemde, Tülay birden sordu: “Küfe’nin en büyük din âlimi arkadaşın nerelerde?” Anlamazlıktan geldim, “kimi merak ediyorsun ve neden?” “Canım, Turan Dursun arkadaşını me- rak ettim; eşi ne yapıyor Ankaralarda, o burada nerelerde, ilgilenmiyor musun? Doğrusu hoşuma gitti Tülay’ın ilgisi. Biraz da suçluluk duygusuna kapıldım. “Bendeki bulunağı Küçükyalı’yı gösteriyor. Yarın gider bakarım.” “Ben de geleyim mi?” Baktım, ciddiydi isteğinde: “Gel, ama bir koşulla!” “Nedir o?” “Turan’ın sevdiğini söylediği peynirli börek yapacaksın, götüreceğiz.” “Yapmaz mıyım! Geçen gelişinde kendisine soramadım, sen bana arkadaşının din âlimiyken inançsızlığa dönmesinin nasıl olduğunu anlatır mısın; ama anlayacağım cümlelerle… “Bu Turan Ağabeye en çok sorulan sorudur. Hep şöyle söyler: ‘…Bende inanç devrimi neden oldu? Ya da neden inançsızlık oluştu? Onu belirteyim: Doğru bilime yönelmiştim. Çok büyük kütüphanelere gittim. O zaman ben İslam’ın kökenini gördüm, okudum. Söylencelerden de okudum. Bir gün ‘Sümer Efsanesi’ ile karşılaştım. Sümerler’de bir tufan efsanesi. Baktım, Tevrat’ta da var, Kur’an’da da var. Bu bir efsane, nasıl olur da Tevrat’ta, Kur’an’da olabilir? Milattan önce 3000 yılında kaleme alındığı sanılıyor. İslam’dan, hatta Kur’an’dan çok önce. Peki, bunlarda olan, kutsal kitaplarda ne arıyor? Sonra, Hammurabi Yasaları’nın kimi maddeleri Tevrat’a aynen geçmiş, ondan sonra Kur’an’a da yansımış, yani sarsılmalar benim öyle başladı.’ Görüldüğü gibi, ‘aklı imanına üstün gelmiş.’ ‘Sahih kaynaklar’dan araştırınca, bilimsel bir gözle bakınca, birbiriyle çelişen, akla yatkın olmayan dini kurallarla karşılaşınca ‘gerçekliğe olan aşkı imanından üstün gelmiş.’ Üzerinde çok durduğu bir durum da; Dinlerin ‘savaşçı’ karakteri, yaklaşımı. Turan Ağabey bir ‘aydınlanmacı, barış yanlısı’dır. ‘Din insanlığa çok şey yitirtmiştir’ diye bir genelleme yapar; ‘Bana göre dinler insana gözyaşı getirmiştir, ölümler getirmiştir. İslam da bunların arasındadır’ der. Ve örnek verir: Yahudilerin Filistinlilere yaptığı zulümleri örnek verir; Halife Ebu Bekir döneminde ‘riddet’ (dinden dönme) olaylarında, belgelere göre, ateş havuzları açıldığını, o ateş havuzlarına insanların inançlarından dolayı atıldığını, yakıldığını örnek gösterir. Ve şöyle sürdürür verdiği örnekleri: ‘Osman döneminde bir Cemel olayını anımsıyoruz. Bu Cemel olayında, iki yanda da Muhammed’in arkadaşları vardı. Bir yanda, 400 ka- dar ‘biat-ı Rıdvan’da bulunmuş olan kişi vardı. Başlarında Ali, Muhammed’in damadı. Öbür yanda, yine cennetle müjdelenmişler vardı. İki kesim birbirine saldırıyorlardı, öldürmek için ve o olayda tarihlerin bizlere kaydettiğine göre, 15 bin kişi hayvan boğazlanır gibi boğazlanmıştır. 656 yılında... 13 bin kişi Aişe tarafından, 2 bin kişi de Ali tarafından. Şimdi bunlar ki, Muhammed’in ‘Eshabi Kennucumi bi eyyıhimikte deytüm ihtedeymüs’, yani ‘benim ashabım birer yıldız gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz’ dediği birer yıldız saydığı kişilerdi. Bunlar öyle olunca ondan sonra aynı tutumu sürdüren kimselerin bulunması şaşırtıcı değildir. Ondan sonra görüyoruz. Neler yitirtmiştir din? Aklın, bilimin yolunda olmaya çalışan birçoklarının öldürülmesine neden olmuştur. Çünkü, ‘irtidâd’ yani ‘dinden çıkma’ bütün mezheplere göre ölüm hükmünü içine alıyor. Mezhepler arasında ihtilaf yok. Sadece, ‘istilabe’ yani tövbeye davet gerekli mi gereksiz mi? Bu konuda tartışıyorlar. Yoksa, bir insan eğer düşüncelerinde bir gelişme olmuş, inancında gelişme olmuş ya da inançsızlığa düşmüşse, ya da bir başka inanca geçmişse bunun mutlaka öldürülmesi gerekiyor, Kur’an ve hadis hükümlerine göre… Bir İsa, ‘Bir yanağına vurulursa, öbür yanağını uzat,’ derken, öbür yanda diyor ki, ‘Ben Dünya’ya barış için gelmedim, savaş için geldim.’ Bu da İncil’ den…’ Sana Turan Dursun’un dinleri nasıl ayırdığını da onun sözleriyle anlatayım; ancak önce Turan Ağabeyin, içkiyi, kumarı, kahvehane oyunlarını, zinayı hiç tanımadığını da bilmeni isterim. Şöyle der: ‘… Dinleri şöyle ayırmak mümkün. Dinlerin kimi, insanlığın yaşamına bütünüyle el atmıştır. Dünya yaşamını yatak odalarına varıncaya kadar girmiştir. Yahudilik ve İslam böyledir. Kimi de bu kadar el atmamıştır, sadece inanç dünyalarında vardır. Ama, bir ceza hukuku, bir miras hukuku, bir devletler hukuku, bir bilmem ne hukuku türünden şeyleri yoktur. Hıristiyanlık böyledir. Ben, insanlığın yaşamına bütünüyle el atmış olanları, insanlar için daha zararlı görüyorum. Aslında, hepsi, bana göre, binlerce yıl öncesinin düşüncelerini, inançlarını taşıyıp getirmekte birleşiyorlar. Biri falanca diyor, biri filanca diyor, sözler değişiyor ama, öz değişmiyor. Hepsi aynı kalıptan.’ Anlaşılmayan bir yanı, yönü var mı?Yok” dedi Tülay: “Bu anlattıklarını düşüneceğim.” Ertesi gün, “bir gün bana gelirsiniz” diyerek verdiği bulunağa gittik. Küçükyalı’nın arkasında, yamaca yaslanmış bir ev. Zilde adı yazmıyordu. Kapıcıya soralım dedik, kapıcı yoktu. Kapıya not koyacaktık; birden aklıma bir kuşku düştü; ya izleniyorsa, gidip geleni “mimleniyorsa.” Pratik bir çözüm buldum; Bir kâğıda “Sayın Turan Dursun! Reklam işlerini yürüttüğümüz mobilya şirketinin ekteki broşürünü Arapça’ya çevirir misiniz? Acildir. BRT Alatül” yazıp bıraktım. Broşürle birlikte. Birkaç gün sonra, mobilya firmasından telefon ettiler; “Ağabey, garip garip telefonlar alıyoruz; birinin adını verip ‘ne ilginiz var’ diye soruyorlar. Ne iştir? Hata yaptığımı anlamıştım; ama acaba “çok geç” miydi? Aradan bir zaman geçti. Turan Ağabey, artık 2000’e Doğru’da yazıyordu. Başka Teori, Saçak gibi dergilerde de yayımlanıyordu yazıları... Sonradan Din Bu adlı yapıtının altyapısını oluşturan yazılardı bunlar. Meydan okuyordu, tabulara, bilimdışılıklara, özellikle dini duyguları sömüren, dinle siyaseti, dinle ticareti harmanlayan herkese meydan okuyordu; korkup susanlara, ölümü aşamayanlara meydan okuyordu: “Bilcümle İslamcılar! İyice bilin! Bilin ve unutmayın ki ben, yüzyılların doğurduğu bir ‘ölüm’üm! İslam’ın, tüm dinlerin, tabuların, sonuçları bugün ve yarın görülecek ölümüyüm. Çıkarları din karanlığı üstüne kurulu olanlar, bu karanlıktan türlü biçimde yararlananlar, tüm karanlık böcekleri, benden korksunlar. Ne imzalı, ne imzasız yalanları beni yıldırabilecektir. Korksunlar elimdeki ışıktan. Bir mum ışığının bile koca bir oda karanlığını nasıl parçaladığını anımsasınlar. Binlerce yıllık ilkelliklerin, yalanlarla örülüp piyasalara sürüldüğü imanın, kafalardaki duygulardaki zincirlerinin elbette ki bir gün sonu gelecektir.” (Teori, Ağustos 1990) Bir akşam, evdeyim. Telefon çaldı. Kalkıp açtım. Selamsız sabahsız bir giriş: “Alâettin, kiralık bir eve ihtiyacım var. Acil ev değiştirmem gerekiyor.” “Ne oldu ki?” “Tehdit ediliyorum, bu seferki ciddi görünüyor.” “Bildiğim evde misin?” “Hayır, orayı terk ettim, şimdi Kadıköy’e yakın bir yerdeyim, telefonda söylemeyeyim… Tehditler buraya yöneldi. Bana bir ev.” Hiç ikirciklenmeden, düşünmeden: “Bize gel” dedim. “Olmaz. Senin için de tehlikeli olur. Ailen var.” “Ev nasıl bir şey olsun?” Sorunun anlamsızlığını ağzımdan çıktığında anladım. “Başımı sokacak kadar. Yalnızca kitaplarım var.” Sabahı zor ettim. Ortalığa düştüm ev arıyorum. Bizim eve çok uzak olmayan bir yer buldum... Akşamına aradı: “Bir yer buldum ama, giriş katı...” “Yoldan içerisi görünüyor mu?“Görünüyor.” “O olmaz...”

Aradan birkaç gün geçti, bulduğum bazı yerler var; o beni arayacak. Ev telefonu yok ki! 4 Eylül 1990. Turan Ağabey, Koşuyolu’ndaki evine yakın bir yerde, sokakta öldürüldü. Çapraz ateşle. Bir ışık daha söndürülmüştü; aydınlanmanın ışığı... Yüreğimin sıkıştığını, bir şeylerin, örneğin camların kırıldığını, gözlerimin önünden kelebeklerin uçuştuğunu duyumsadım. Radyoevi’ndeydim. “Koşturup gitsem mi Koşuyolu’na” diye düşünürken, “bırakmazlar sokak ortasında, hemen kaldırmışlardır” dedi Haberler’deki bir arkadaş. Polis telsizindeki anonsları da dinliyorlardı zaten, haber almak amacıyla. Çaresiz, odama döndüm. Şaşkın şaşkın oturdum bir süre. Sonra, gazeteye üzüntümüzü, tepkimizi vurgulayan bir ilan verelim mi diye arkadaşları yoklamaya çıktım. 15 kişi “bedeline katılırım” dedi. Metni oluşturduk, altına “TRT’deki Arkadaşları” diye yazdık; eşimin reklam şirketi üzerinden Cumhuriyet gazetesine gönderdik. “Ne oldu” diye aradığımızda, “gazete, ilanı verenlerin tek tek isimlerinin yazılmasını istiyor” denildi. Aramızda tartıştık... İsimleri yazamadık. TRT’den biri vefat ettiğinde çalıştığı yerde tören yapma geleneği vardı; onun zeminini yokladık, “olamayacağı” söylendi. İçimizdeki cam kırıkları atomik patlamalar yaptı, nefesimiz zehirli gaza dönüştü, sesimiz ağzımıza sığmadı... Bir sonuç çıkmadı! Cağaloğlu’nda yazılarının yayımlandığı 2000’e Doğru’nun önünde bir cenaze töreni yapıldı. Kendim dahil kimseyi tanıyamadım! Öylesine yalnız, öylesine garip yatıyordu yolun kenarına konulmuş masanın üzerindeki tabutu... Yandaki kitapevinin altınyaldızla kaplı harflerden oluşan tabelası parıl parıl: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınevi... Biri konuştu: Galiba Hasan Yalçın idi. Turan Dursun’un yazdıklarının bedelini canıyla ödeyebileceğini bildiğini, yine de gerilemediğini, ölümden korkmadığını, çünkü onun tabulara savaş açmış bir aydınlanmacı olduğunu söyledi, galiba. Turan Dursun’un ona, “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?” diye sorduğunu açıkladı. O’nun ölümü aştığını, yendiğini, büyüdüğünü dile getirdi, galiba. Omuzlayıp götürdüler... Önce Ankara’ya, ardından da Çebeci Asri Mezarlığı’na. Toprağa kavuşturuldu. Ölümünden hemen sonra neler oldu? Cinayetten sonra, Turan Dursun’un evindeki kütüphanesinden birçok şeyin kaybolduğu ortaya çıktı. En ilginç nokta da, yatağının üzerinde Turan Dursun’a ait olmadığı bilinen Kutsal Terör Hizbullah adlı kitabın bulunmasıydı. Yakınları, söz konusu kitabın, eve giren kişiler tarafından bir “mesaj” olarak bırakıldığını söyledi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü, polislerin Turan Dursun’un evinde arama yaptığını doğruladı, ancak arama tutanağında kitaplıktan alınanlar yazılı olarak yer almadı. Oğlu Abit Dursun konuyla ilgili şunları söyledi: “4 Eylül 1990’da Turan Dursun vurulduktan 40-45 dakika sonra polis geliyor. Çok daha erken gelen siviller evi darmadağın ediyor. Birçok eseri ve çalışması siyah poşetlere konuluyor, onlar çıkarken de resmi giysili polisler içeri giriyor. Biz sivil polislerin götürdüğü eserleri ve çalışmaları Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak istedik. Ama 9 yıldır bu girişimimizle ilgili hiçbir sonuç alamadık. Kur’an Ansiklopedisi’nin 2000 sayfası, ‘Kulleteyn’ isimli kitabın ikinci ve sonraki ciltleri yok. Her şeyi götürmüşler. Bir yaşam boyu büyük emekle ortaya çıkarılan her şeyi. Bütün bunlar sivillerin eve girmesinden sonra kayboldu. Devlet içindeki bazı güçler, yasadışı devlet odakları bu eşyaları alıp gitti.” Abit Dursun, babasının 1960’lardan beri tehdit edildiğini, çocuklarını tehlikeden uzak tutmak için İstanbul’a, yanına almadığını, İstanbul’daki basın tercihli telefon numarasının “gizli” olmasına ilişkin verdiği dilekçeden bile düşmanlarının haberi olduğunu, son günlerinde yurtdışından aldığı çağrılara uyarak hazırlık yaptığını, öldürülmeseydi bir gün sonra yurt dışına çıkacağını (?) da açıkladı demeçlerinde. Uzun süre bilinemedi(!) kimin öldürdüğü… Ölümünün ertesi günü İran televizyonlarından, radyolarından duyulan sevinç çığlıkları bir ipucu veriyordu oysa… Kimin işine yaradığına(!) ilişkin ipuçları da vardı: Sağlığında yazdığı bir tek satıra yanıt veremeyenler, susanlar, meydan okumalara sessiz kalanlar, birden kitap yayımlamaya, demeçler vermeye başlamıştı… Ölümünden sonra yayımlanan Din Bu adlı kitaplarına “zeyl” yazmaya kalktılar, boşu boşuna… İnanç pazarlamacılığı, Tanrı’yı ticarete, siyasete ortak etme, dinle aldatma sürdü gitti… Günümüze dek… Bir yıl sonrasıydı. DİSK’in efsanevi başkanı Abdullah Baştürk vefat etti. Aralık ayının sonları. 1991. Zincirlikuyu Mezarlığı’ndayız kalabalık bir kitleyle. Sağlık Bakanı Dr. Yıldırım Aktuna ile rastlaştık. Ordan burdan konuşurken söz döndü dolaştı, Turan Ağabeye geldi. Anlattım “acele ev arayışımı.” Aktuna, içten insan... Derin dostluğumuz var: “Bana ulaşsaydın, ben onu öyle bir saklardım ki! Kimse de bulamazdı” demesin mi? Gözleri dolu dolu. İçim nasıl yandı anlatamam. O dönemde Bakırköy Belediye Başkanı’ydı... Nasıl aklımıza gelmedi! Bilemedik işte… Turan Dursun’u aramızdan alanların kim olduğu, dört yıl sonra ortaya çıktı: İslami Hareket Örgütü. Tetikçilerden biri yakalanamadı, lider yakalandı: İrfan Çağırıcı. Müebbet hapisle cezalandırıldı. Ötekilere de uzun-kısa hapislikler… Kitaplarının yayımlandığını -Mukaddime çevirisi dışında- göremedi: Kulleteyn yayımlandı, süreğeni olan ciltler evinden çalındı, ilk cildini yayıma hazırladığı Din Bu (öteki 3 cilt, ailesi ve yakınları tarafından onun çeşitli dergilerde -ama özellikle de 2000’e Doğru dergisinde- çıkan yazılarından derlenmiştir), tamamı 12 cilt olduğunu bildiğimiz Kur’an Ansiklopedisi’nin ilk 8 cildi dışında göremediği kitapları şunlardır: Kutsal Kitapların Kaynakları (3 cilt), Allah Kur’an Dua İman, Şeriat Böyle, Müslümanlık ve Nurculuk, Ünlülere Mektuplar, İlhan Arsel’e Mektuplar, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, Din ve Seks, Evren Bir Şaka mı?, Din ve Cinsellik, İbn Haldun’da Uygarlığın Yükselişi ve Çöküşü (Ümit Hassan ile birlikte). Bir de oğlu Abit Dursun’un babasını anlattığı Babam Turan Dursun adlı bir kitap var bugün. Kitapları baskı üstüne baskı yapıyor: Okunuyor, “karanlığı bir mum ışığı gibi aydınlatıyor.” Hep 56 yaşında bir bilge kişi olarak duruyor belleğimizde. Yüreğimizde cam kırıkları...

Sesleniyor bize: “Ölürsem, / o zaman anlarsın. / Ölünce biri, / pazar, kışın, / iki yüz olur hemen yüzler, hemen!/ Dersin, neymiş meğer! / Ben de ölürsem eğer / ey aydın cemaat! / Lütfen öldürme beni, / lütfen!”


Alâettin BAHÇEKAPILI

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page