13 Ekim 2024 Ankara'nın Başkent oluşunun 101. yılıdır.
Bu nedenle, Gazeteci-Yazar Alâettin Bahçekapılı'nın Ankara'nın yazın ürünlerine hangi özellikleriyle nasıl yansıdığını, roman uzamında Ankaralı karakterlerin yaşadıklarını araştıran yazı dizisinin birinci bölümünü yayımlıyoruz:
Ankara’nın yazına yansıması-1
Alâettin BAHÇEKAPILI, Yazar, Gazeteci, TRT Şef Prodüktörü (E)
Bir yolculuğa çıkıyoruz… Uzun bir yolculuğa. Nehirler, göller, ovalar, obalar geçeceğiz; dağlar, taşlar aşacağız; bir kentten bir başka kente ulaşacağız. Ve dile gelecek ulaştığımız/dolaştığımız illerin/ kentlerin güzellikleri/ özellikleri, insanlarının serüvenleri, acıları, sızıları umudu.
Bir yolculuğa çıkıyoruz… Uzun bir yolculuğa. İlden ile, kentten kente dolaşacağız… Ve illerin, ve orada yaşayanların/yaşananların, ve oralarda olup biteni/olmakta olanı yazıp çizenlerin, duyup söyleyenlerin dillendiricisi/aktarıcısı olacağız… Kimi zaman bir şiir kısaltacak yolumuzu; kimi zaman bir romanın kanatları altında konaklayacağız. Gün olacak bir öykü, bir anı, bir mektup yetecek bize o kenti anlatmakta… Gün olacak başka yazılı ürünleri çağıracağız tanıklığa.
“İstanbul’un orta yeri sinema” diyen Orhan Veli’den, “Bursa’da, bir eski avlu cami avlusu/küçük şadırvanda şakırdayan su” diyen Tanpınar’a doğru yol alırken, Dağlarca’nın “Sıvaslı bir karınca”sı eşlik edecek bize ve Emrah’ın Erzurum’una varacağız.
Bedri Rahmi’nin “aklına bir salkım karayemişi getiren Trabzon”dan, dağları tepeleri aşarak Yaşar Kemal’in “o iyi insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler” diyerek anlattığı Çukurova’ya ulaşacağız… Oradan Yakup Kadri’nin Ankara’sına, Cahit Külebi’nin “şimdi İzmir’de sabahın sekizi./Karşıyaka’da, Alsancak’ta, Güzelyalı’da,/Bir ağ dolusu balık gibi gençliğimizi/Daha yeni çektik denizden, rüyalarımızı da…/Türküler övüyor sevgimizi” şiiriyle esenlediği/betimlediği İzmir’e düşecek yolumuz… Kent kent, il il yazarların, şairlerin, gezginlerin eşliğinde/tanıklığında dolaşacağız yurdumuzu… Kentlerin yazınımızdaki yansımasına bakacağız. Daha yakından tanıyacağız yaşadığımız toprakları, daha içten, daha sıcak… Romanlar, öyküler, şiirler, destanlar, gezi notları, anılar, mektuplar, türküler kısaca yazılanlar, kâğıda dökülenler çıkış noktamız olacak… Yazarlar, şairler nasıl anlatmış kentlerimizi, o kentlerde yaşayan insanlarımızı, o topraklarda olup bitenleri ya da sanatçı düşgücüyle süsledikleri olabilecekleri…
Bunları ortaya koymak için bir yolculuğa çıkıyoruz… Uzun bir yolculuğa. Kona göçe bütün kentlerimizi dolaşacağız…
Uzun bir yolculuğa çıkıyoruz… Ve ilk durağımız Ankara.
TARİH İÇİNDE ANKARA
Ankara’nın doğal ve kültürel yapısıyla, insan ilişkileriyle yazına nasıl yansıdığını, hangi ürünlere konu olduğunu araştırmaya ve sergilemeye çalışacağız bu yazıda.
Ankara kenti Anadolu’nun en eski kentlerinden biridir. Kent ve çevresinde yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen bulgular, daha Yontmataş (Paleolitik) döneminde yörede oturulduğunu göstermiştir. Atatürk Orman Çiftliği yakınında, Maltepe’de Havagazı Fabrikası yanında, Gazi Eğitim Enstitüsü yakınında, Çubuk Barajı, Ergazi, Bağlum, Güdül ve Gavurkale’de bu döneme ait araçlar bulunmuştur.
Ancak, Ankara ve çevresi asıl Bakırçağı’nda büyük önem kazanır. Karaoğlan, Ahlatlıbel ve Etiyokuşu kazılarında ortaya çıkarılan askeri ve sivil yapılar, çanak, çömlek, madenden yapılmış araç ve gereçler, kült ve hukuk belgeleri, bu dönemde Ankara çevresinin önemli bir yerleşim alanı olduğunu kanıtlamaktadır. MÖ 2000 yıllarına değin süren Bakırçağı’nda bu çevrede köylerin kurulduğu, hayvanların büyük bir bölümünün evcilleştirildiği, tahıl ekimi ve çok ilkel yöntemlerle de olsa, dokumacılık yapıldığı görülür. (1)
Kentin adı konusunda birkaç değişik görüş vardır. Kimilerine göre, kentin kurucusu Galatlar’dır ve ilk adı Anküra’dır. Anküra “gemi çapası” anlamına gelmektedir. Kimilerine göreyse kentin asıl kurucusu Frig kralı Gordius’un oğlu Midas’tır. Frig söylencelerine göre “gemi çapası”nı bulan kişidir Midas. Bu yüzden kente Anküra denilmiştir. Çok sonraları kente Engürü denmeye başlanmıştır. Bu sözcüğün Farsça “engür”den geldiği söylenmektedir. Engür, “üzüm” demektir. Öte yandan Ankara Kalesi “angarya” ile yapılmıştır. “Engürü” sözcüğünün angaryanın giderek bozulmasından kaynaklandığı savı da vardır. (2)
Günümüze değin Frig, Lidya, Pers, Helen, Roma, Bizans, Selçuk ve Osmanlı egemenliğinde kalan Ankara, Kurtuluş Savaşı sırasında ulusal güçlerin merkezi konumuna erişmiş ve bu nedenle, 13 Ekim 1923’te Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştur.
Ankara, Cumhuriyet döneminde siyasal ve toplumsal açıdan olduğu kadar kültür açısından da ön plana çıkan bir kentimiz. Bunun yazına yansıdığını da görüyoruz. Ancak, Cumhuriyet dönemi yazını içinde Ankara’nın nasıl ete-kemiğe büründüğünü araştırıp sergilemeden önce, geçmiş dönemlerde Ankara üstüne neler yazılmış, neler söylenmiş onlara bir bakalım.
Ankara’yı görüp yazan pek çok gezgin var; Her gezgin de önce Ankara Kalesi’nden, sonra da öteki özelliklerinden söz eder yazdıklarında. Batılı gezginler daha çok azınlıkların yaşantılarına, Doğulu gezginler de yerli halkın durumuna değinir. Örneğin, İbni Batuta, XIV. yy’daki Ankara’yı anlatırken, Ahilerin “kardeşlik” duygularıyla dolu, “yardımsever” ve “konuksever” kişiler olduklarından söz eder. 1555’te Ankara’yı gezen Busbecg de tarihsel kalıntıların çeşitli etkenlerle “hasar” görmüş olmasını “yazın için ciddi bir zarar” diye niteler. Polonyalı Simeon 1608-1619 yılları arasındaki Ankara’da kiliselerin ve azınlıkların durumuna dikkat çeker. Simeon’un kitabında sözü edilen bir gezgin olan Motnay’ın yazdıklarıysa şöyle:
“Türkiye’de uğradığım yerlerden en çok Ankara’da az bulunur mermerden yapılmış sütun, kaide, kemer ve özellikle Grekçe ve Latince dikkat çekici yazılara rastladım. Bu yazılar üç günümü aldı.
Üç kat surla çevrili olup bulunduğu yüksek tepeden bütün kente egemen olan Ankara Kalesi birçok büyük topla donatılmıştı. Kalenin içinde, üzerleri Arapça yazılı birkaç küçük topun bulunduğu bir çeşit silah deposu ve başka odalarda 1401 savaşında Timur’un Bayezid’den yağmaladığı ileri sürülen çeşitli Türk ve Tatar silahları vardır. Gerek Kale ve gerek kent surları, eski yapıtlardan kalmış sütun ve sütun başlıkları, beyaz ve kırmızı geniş mermer parçalarının karışık bir alaşımıyla yapılmıştı. Bu taşlar özenli ve düzgün bir biçimde kullanılmış olsaydı, surların görkemli bir görünümü olurdu.” (3)
Ünlü gezgin Evliya Çelebi, 1640’larda Ankara’ya Hüseyin Gazi üzerinden girer: Dilinde şu beyit vardır: “Gölüp ittik dua ile niyazi/ Bize himmet ide Hüseyin Gazi.”
“Ertesi gün büyük alay ile Engürü Kalesi’ne girdik. Bu alayı şimdiye kadar Engürü görmemişti. Halk karşılamaya çıkıp kaleden de 21 pare ‘safa geldin’ topu atıldı.”
1701’de Ankara’yı gezen Pttan de Tournefort şunları yazar seyahatnamesinde:
“Ankara, Anadolu’nun en güzel kentlerinden biri. Sokaklarında mermer yapıt kalıntılarından, sütunlardan geçilmiyor. Kimi kırmızımtrak porfir taşlar Marsilya yakınlarında Pennes’dekileri andırıyor… Sütunların büyük bir bölümü silindir biçiminde. Tek tük, oval biçiminde sütunlara da rastlanıyor.
Kentte çok sık rastlanan duvarlar nedense çok alçak. Bunlar, antik yapı kalıntılarıyla karışmış. ‘Kızlar Minaresi’ diye bilinen bir İslam yapıtı var, hemen dibinde de bir kızın mezarı.
Ankara, Karadeniz’e dört beş günlük uzaklıkta, ama en kısa yoldan gidilirse.” (4)
1834’te bölgeyi gezen Texier, yerli halkın ve azınlıkların durumuna dikkati çeker: “Geçen yüzyılda burada çeşitli yabancı kuruluşlar varken, o sıralar 25 bin balyadan çok kumaş, çorap gibi yünden yapılma eşyanın dışsatımı yapılırken, dışsatım şimdi 5 bin balyayı bulmuyor, yabancı kuruluşların şimdi hiçbiri kalmamıştır.” Texier, el sanatlarındaki gerilemenin “sanayileşmeye” ve “makineleşmeye” ayak uyduramamaktan kaynaklandığını vurguladıktan sonra, “Ankara bölgesinde 180 köy bulunduğunu, bunların toplam nüfusunun 85.000 olduğunu” ekler yazdıklarına.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. büyük kentidir Ankara. Nüfusu 2018 sayımına göre 5 milyon 503 bini aşmaktadır. Bu gelişmede Ankara’nın Kurtuluş Savaşı’nda ve sonrasında oynadığı rolün ve işlevin payı olsa gerek. Yeni bir devletin kuruluşunun ilk harcı burada kırılmış, ilk taşları burada örülmüş…
Osmanlı İmparatorluğu’nu böyle bir sonun beklediğini 1864’te Ankaralılarla konuşurken Fransız gezgin Georges Perrot “sezmiş”: “Souvenirs d’un Voyage en Asie Mineur” adlı yapıtında şöyle yazıyor Georges Perrot:
“Bu arada belirtilmesi gereken bir şey daha var: Ankara’nın Müslüman halkı devletten umudunu kesmiş. Onlara Sultan Abdülaziz’in projelerinden söz ediyorum. Bana şöyle bir/karşılık veriyorlar: ‘Kuru bir dalı toprağa gömsen ve çevresine dünyanın suyunu döksen, orada bir ağacın yeşermesini sağlayabilir misin? İşte bizim Osmanlının durumu da böyle.’ Hatta bazı Türkler Abdülaziz’in sonuncu Sultan olacağını bile düşünüyorlar. Devletin kimine göre üç yıllık ömrü kalmış, kimine göreyse yedi. Daha uzun süre tanıyana rastlamadım. Kimileri belki geçinme olanağı bulabilirim umuduyla Kayseri’ye, kimi Kayserililer de aynı umutla Ankara’ya göçüyorlar… Koca İmparatorluğun içinde bir gidiş-geliştir sürüyor…” (5)
Ankara’nın 1900’lerin başındaki durumunu gören Meyer Resebücher adlı gezgin, “toplumsal davranışta İzmir gibi batılı bir kent” olarak niteler burayı ve Avrupa ile Önasya arasındaki ticaret yolunun üzerinde kurulu olduğuna dikkati çeker.
Ankara, şimdiye değin andıklarımızın dışında birçok gezginin seyahatnamesine, gezi notlarına konu olmuş. Sayıları yirmiyi aşkın yazar bu kenti tarihiyle, coğrafyasıyla, insanıyla ele almış, yazıya geçirmiş.
Biz bu bölümde son olarak 1921’de Ankara’yı gören Georges Berthe-Gaulis’in gezi notlarına yer vermek istiyoruz. Şöyle anlatıyor yazar:
“Ulusal başkenti ilk kez bir mayıs sabahı gördüm. Burada gevşekliğe, bağışlamaya yer yoktu. Herkesin uyması gereken katı, sert kurallar vardı. Olmak zorundaydı. Çalışmanın dışında hemen her şey yasaktı. Ama bu kente egemen olan havaya hayran kalmamak da elde değildi. Bu sonsuz enerjinin kaynağı neydi? (…) Girdiğimiz küçük garda bir tabelanın üstünde Ankara yazıyordu ama kentin hemen hemen bütün Müslüman halkı bu sözcüğü ‘Angara’ diye seslendiriyordu. Ankara ve Mustafa Kemal. Bütün Afrika, bütün Asya için umut kaynağı olmuş iki ad.(…) Güçlerinin sonuna varmışlardı. Daha doğrusu, kullanılmamış hiçbir yeteneğe katlanamıyorlardı. Kimlerle dövüşmek gerekmiyordu ki… Koşulları anlamak istemeyen dostlar, artık iyice umutlarını yitirmekte olan iç düşmanlar, birbirlerini alt etmeye çalışan müttefikler ve her gün binbir kılığa giren düşmanlar.
Hiç kimseye, hatta kendine bile benzememek güzel bir şey; ama tehlikeli. Kendi zaferinin tutsağı olmak da öyle.
Ankara’ya gitmek, Ankara’dan gelmek: bunlar bütün İslam dünyasının kapılarını açan büyülü sözcüklerdi. Bugün Ankara’da olmak bir Türk için ulaşılabilecek mutlulukların en yücesi, en soylusu. Ve burada gördüğümüz herkes şunları söylüyor: ‘Biz biraz idam mahkûmu sayılmaz mıyız?’”(6)
Yazar, Ankara’da o Kurtuluş Savaşı sırasında bile “aranan her şeyin bulunabildiğini” , “kentin genç ve güçlü insanların kenti” olduğunu “Ankara’da, daha doğrusu Çankaya’da bulunduğu altı hafta süresince, geniş bir özgürlük içinde” yaşadığını sözlerine ekler.
Evet, Ankara bütün Anadolu gibi, bir Kurtuluş Savaşı içindeydi. Ve Ankara Kurtuluş Savaşı’nın merkezi konumundaydı. Savaşla birlikte kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin de merkezi, başkenti oldu Ankara. Ülkemiz yazınına da bu kimliğiyle yansıdı, yansımakta.
Ankara’nın Cumhuriyet dönemi yazınımıza nasıl yansıdığına bakalım şimdi:
Ankara, Cumhuriyet döneminde siyasal ve toplumsal açıdan da, kültür açısından da ön plana çıkan bir kentimiz.
“Gelişen kültür değerleriyle birlikte çağdaş, uygar insan anlayışının edebiyat alanına yansımasıyla Cumhuriyetin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma isteği, değişik bakış açıları içinde edebiyatta anlatımını bulmuştur. Böylece, Türk edebiyatı, evrensel boyutlara yöneldi. Bu çağdaşlaşmaya geçiş, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda ortaya çıkmış olan kültür planında dışa açılma dileklerine koşut olarak gelişti. Dünyayı tanımak, başka uygarlıkların değerleriyle yüz yüze gelmek, bu değerlerin içeriklerini öğrenmek ve tartışmak isteği Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın yönelimini belirleyen başlıca öğelerdir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yönetildiği Ankara, bu savaşla ilgili olayların edebiyata katılmasında da ön plana çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı’na katılan birçok sanatçı, savaşın acılarını ve umutlarını yapıtlarında dile getirmişlerdir. Halide Edip’in deyişiyle ‘Milli Mücadele’nin kâbesi’ olan Ankara’daki direnişi bütün boyutlarıyla edebiyata yansıtmaya çalışmışlardır.
BEŞ ŞEHİR’DEN BİRİ ANKARA…
Zaferden sonra başlayan yeni dönemde Ankara’nın başkent oluşu, edebiyat ortamına güç katar. Başkent olduktan sonra yaşanan hızlı toplumsal değişme bütün boyutlarıyla edebiyata da yansır. Ahmet Hamdi Tanpınar, bununla ilgili olarak şu saptamada bulunur: ‘…Ankara, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yakarak çıkmış denilebilir.’”
23 Haziran 1901'de İstanbul'da doğan Ahmet Hamdi, Darülfünun-ı Osmani'nin (bugünkü İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi'nden 1923'te mezun oldu. Lise, enstitü ve akademilerde öğretmenlik yaptı. 1939'da İÜ Edebiyat Fakültesi'nde yeni kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirildi. 1942’de CHP'den Maraş Milletvekili olarak TBMM'ne girdi. 1949'da da İÜ’ye döndü. 24 Ocak 1962'de İstanbul'da yaşamını yitirdi. Şiirle başlayan yazı yaşamı romana evrildi: Mahur Beste, Huzur, Sahnenin Dışındakiler, Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanlarının yanı sıra İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum ve Konya kentlerini doğal, tarihsel ve kültürel yapılarıyla anlattığı 1946'da basılan Beş Şehir önemli yapıtları arasındadır.
Tanpınar, Ankara’nın “yakıp çıktığı mazisiyle” “Milli Mücadele yıllarının bıraktığı” etkiyi Beş Şehir’de birleştirir ve şöyle der:
“Belki Milli Mücadele yıllarının bıraktığı bir tesirdir, belki doğrudan doğruya çelik zırhlarını giymiş ortada dolaşan bir eski zaman silahşoruna benzeyen kalesinin bir telkinidir; Ankara, bana daima dâsitanî ve muharip göründü. Şurası var ki şehrin vaziyeti de buna müsaittir. Daha uzaktan gözümüze çarpan şey iki yassı tepenin arasındaki geçidiyle tabii bir istihkâm manzarasıdır. Bu his şehrin etrafında ve ona hâkim tepelerden bakarken pek küçük farklarla ancak değişir. Çankaya sırtları, Çiftlik, Baraj Yolları, Etlik, Keçiören bağları velhasıl nereden bakarsanız bakınız, cam gibi keskin bir ışık altına bu kaleyi, bütün arazi terkiplerini kendisinde topladığı ufka hep aynı sükûnetle hâkim görürsünüz. Bazen geniş sağrısını rüzgâra vermiş bir harp gemisi gibi zaman ve hadiselerin denizinde çevik ve kudretli yüzer, bazen bir iç kale, bütün ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak olur, bazen bir kartal yuvası gibi erişilmesi imkânsız yükselir.” (7)
Tanpınar, bu sözlerinden sonra Ankara’nın tarih içinde yaşadığı olayları ve bu olaylarda kalenin rolünü özetler. Ardından şu yargıya varır:
“Kısacası Anadolu kıt’asının kaderinde az çok değişiklik yapan bütün vakaların çoğu onun etrafında gelişir. Bu hadiselerin en mühimi şüphesiz en sonuncusu olan İstiklal Savaşı’dır. Bu muharebe sadece Türk milletinin kendi hayat haklarını yeni baştan kazanmış olduğu harp değildir. Hakikatte 26 Ağustos sabahı Dumlupınar’da gürleyen toplar, iktisadi ve siyasi esaret altında yaşayan bütün şark milletleri için yeni bir devrin başladığını ilan ediyordu. Onun içindir ki bundan böyle her zincir kırılışının başında Ankara’nın adı geçecek ve her hürriyet mücadelesi, Sakarya’da, İnönü’de, Afyon’da, Kütahya ve Bursa yollarında ölenlerin ruhuna kendiliğinden ithaf edilmiş bir dua olacaktır.” (8)
Beş Şehir’de Tanpınar, daha sonraları, birçok yazarımızda gördüğümüz bir olguya, Kurtuluş Savaşı’yla, Mustafa Kemal Atatürk’le Ankara’yı özdeşleştirme olgusuna yaslanarak şöyle yazar:
“Atatürk’ün hemen herkesin gördüğü, mektep kitaplarında kadar geçmiş bir fotoğrafı vardır. Anafartalar ve Dumlupınar’ın kahramanı son muharebenin sabahında tek başına, ağzında sigarası, bir tepeye doğru ağır ağır ve düşünceli çıkar. İşte Ankara kalesi muhayyilemde daima ömrünün en güneşli saatine böyle yavaş yavaş çıkan büyük adamla birleşmiştir. Bu şaşırtıcı terkip nasıl oldu? Eğer böyle bir şey lazımsa vatanın her tepesinde aynı şekilde tahayyül ve tasavvur etmem icabeden bir insanla bu kale bende nasıl birleşir? Bunun hiçbir zaman izah edemem. Bu cins yaklaşmalar insan muhayyilesinin en sırlı tarafıdır. Bildiğim bir şey varsa bir gün, bu fotoğrafa bakarken Ankara Kalesi kendiliğinden gözlerimin önüne geldi ve ben bir daha bu iki hayli birbirinden ayıramadım.” (9)
ATAY’IN ÇANKAYA’DAN ANKARA’YA BAKIŞI..
1923’ten 1938’e dek Atatürk’ün yanında bulunan, onun yaşadıklarını kendisinden dinleyen ve hatta birçoğuna tanıklık eden, dönemin önemli gazetecilerinden Falih Rıfkı Atay’ın özellikle Çankaya adıyla yayımladığı anılarında da somut biçimde görürüz Ankara’yı…
1894 yılında İstanbul’da doğan Falih Rıfkı, fıkra, makale, gezi türlerindeki gazete yazılarıyla ve özellikle Atatürk’ü yakından tanıtan anılarıyla ün kazanan bir gazeteci, yazar. Mercan İdadisi’nde öğrenimini tamamlayan yazarın, ilk şiirleri 1911-12 yıllarında dönemin ünlü dergilerinde yayımlandı.1912′de Tanin gazetesinde düz yazıları yayımlanmaya başladı. 1913-1917 yıllarında önce Talat Paşa, sonra Cemal Paşa’nın yanında çalıştı. Üç arkadaşıyla Akşam gazetesini kurdu (1918). Buradaki Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen etkili yazıları dolayısıyla Kürt Mustafa Divan-ı Harbi’ne verildi. İdamı istendi. Fakat İnönü Zaferi’nin kazanılması üzerine mahkeme tutumunu değiştirdiği için idamdan kurtuldu. Kurtuluş Savaşı sona erdiği sırada İzmir’de Atatürk ile görüşmeye gelen gazeteciler arasındaydı. Atatürk’ün isteği üzerine İkinci Büyük Millet Meclisi’ne Bolu’dan milletvekili seçildi (1922). Daha sonra 1950’ye dek Ankara Milletvekili olarak TBMM’de bulundu. Hakimiyeti Milliye, Milliyet ve Ulus gazetelerinin başyazarlığını yaptı. 1950’den sonra muhalefetini Dünya gazetesinde sürdürdü. Sağlam, atak, çekici, anlatımı ve duru Türkçesiyle Cumhuriyet basınının usta kalemlerinden biriydi. Ardında fıkra, anı, gezi, inceleme ve monografi türlerinde yazılmış 32 yapıt bırakarak 20 Mart 1971’te aramızdan ayrıldı.
Falih Rıfkı Atay’ın 1961’de yayımladığı Çankaya’da 1920’lerin başlarındaki Ankara, gerçeğin yalın anlatımıyla çıkıyor karşımıza:
“Vaktiyle Hıristiyanlar Ankara’nın da bütün iyi geçim ve kazanç kaynakları üstüne kurulmuşlar, Kale’nin İstasyon’a bakan sırtını konakları, otelleri, lokanta ve hanları ile donatmışlar. Çankaya ve Keçiören semtlerine de asma, yemiş ve gölge ağacı dikerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz Türkler efendiliğimizle kalmışız ama, onlar, çorbacımız kesilmişler. 923’te Ankara’ya geldiğimiz vakit, bağ evleri müstesna, Hıristiyan mahallesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık.
Ankara susuzdu. Ağaçsızdı. Kuru ve yabani idi. Fakat Büyük Millet Meclisi orada kurulmuş, orada toplanmış, bütün savaş oradan idare edilmişti. Yeni idarenin milletlerarası edebiyatta adı ‘Ankara Hükümeti’ idi. Meclis toplandıktan iki ay kadar sonra Malatya Milletvekili İsmet Paşa, Ankara’nın başkent olması için Meclis Reisliği’ne takrir verdi. Bazı duraksamalar gösterilmekle beraber, sonunda herkes en kestirme yolun bulunduğumuz yerde kalmak olduğunda birleşti.” (10)
Falih Rıfkı Atay, Çankaya’da Ankara’nın Kurtuluş Savaşı sırasındaki durumunu, olayları anlatır. Bozkırın ortasında, “ufuklar boyu bozkır boşluğu”ndaki Ankara’yı “yeşillendirmek” için girişilen çabaları sergiler ve:
“Ben insan iradesinin yaratıcılığından hiç şüphe etmemişimdir. Şevk ve iyimserliğimi en güç şartlar içinde kaybetmeyişimin sebebi budur. Ankara’nın modern bir merkez olabilmesi için aylarca, hatta yıllarca bütün edebiyatımı seferber ettim. Şehir plancılığı fikrini yaymak için birkaç yüz yazı yazdım. Eğer frenk uzmanları, çabuk kovulmasaydı ve son defa İstanbul’da olduğu gibi, spekülasyoncular ve arsa tüccarları plana musallat olmasaydılar, Ankara bugün şimdikinden birkaç misli daha ileri bir şehir olurdu. Geçenlerde ölen eski İngiliz Büyükelçilerinden Sir Georges Clarck, Türkiye’ye son gelişinde benimle buluştuğu vakit: “Ankara’dan geliyorum. Hiçbir şeye şaşmadım. Çimento oldukça, bütün o binalar yapılabilirdi. Fakat Ankara’nın yeşilliğine şaştım,” demişti. Ben Yeşil Ankara’yı yazdığım yıllarda Sir Georges Clarck da Çankaya’daki ahşap evinden ufuklar boyu bozkır boşluğunu seyrediyordu.” (11)
DAĞLARCA’DA “BAYRAK DURMUŞ ANKARA”
Fotoğraf: Alâettin Bahçekapılı
“Dağlar uyur, / Kuşlar mı uyanır / Sana bana.
Bir yurttu, kalmış idi, / Ta Eti’den Sümer’den, ta yeşilde ta akta, / Kalmıştı sana bana.
Bir de baktım girmişler/ Toprağıma dört yönden, yüzleri gözleri pis / Bayrak durmuş Ankara.
O sıra çocuk idim / Bir elimde kayısı / Bir elimde uçurtma. /
O sıra ‘asker’ idim, / Bir böğrümde Kafkas delik, kan üzre ölüm üzre/ Bir böğrüm Hicaz yara.
El etti yaprak yaprak / Yurdu savunsun deyu / Boy etti ağaçlara.
Öylesin bağırdı ki / Haykırdı ki öylesin / Ses yok oldu bir ara.
Davrandı ulu yiğit, / Ulu Mustafa Kemal, güçlü, güzel, yepyeni / Davrandı sana bana.
Tanrı buyurdu gökten / Mustafa Kemal oldu, / Var oldu sana bana.” (12)
Evet, Ankara, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirinde dile getirdiği gibi bir “var oluşun”, bir silkinişin simgesi durumundadır. Bütün Türkiye’nin yüzü Ankara’ya dönüktür: “Ankara, Ankara, güzel Ankara / Seni görmek ister her bahtı kara” sözleri dillerdedir. Ankara yokluklar, yoksulluklar, elverişsiz doğa koşulları içindedir. Ancak, bir umut kentidir Ankara. Bağımsızlık ateşinin harlandığı yerdir. Bir simge kenttir.
KARAOSMANOĞLU VE ANKARA
Ankara’nın bütün bu özellikleri Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara adlı romanında gerçekçi ve etkili bir anlatımla kendini bulur. Bu roman hem Ankara için, hem de Kurtuluş Savaşı yazını için ilk ve önemli bir yapıt olma özelliğini taşır.
Türk yazınının köşetaşlarından biri olan yazar, diplomat Karaosmanoğlu 27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu. İlköğrenimine Manisa'da başladı. 1903'te İzmir İdadisi'ne girdi. Babasının ölümünden sonra annesiyle Mısır'a dönerek öğrenimini İskenderiye'deki bir Fransız okulunda tamamladı. 1908'de başladığı İstanbul Hukuk Mektebi'ni bitirmedi. 1916'da tedavi olmak için gittiği İsviçre'de üç yıl kadar kaldı. Mütareke yıllarında İkdam gazetesindeki yazılarıyla Kurtuluş Savaşı'nı destekledi. 1921'de Ankara´ya çağrıldı ve bazı görevler verildi: 1923'te Mardin, 1931'de Manisa milletvekili oldu. Bir yandan da gazeteciliğini ve roman yazarlığını sürdürdü. 1932'de Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte Kadro dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Kadro dergisinin 1934'te yayımına son vermek zorunda kalmasından sonra Tiran elçiliğine atandı. Daha sonra Prag, La Haye, Bern ve Tahran elçiliklerine getirildi. 27 Mayıs 1960'tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi. Siyasal yaşamının son görevi 1961-1965 arasındaki Manisa milletvekilliği oldu. 13 Aralık 1974'te Ankara'da aramızdan ayrıldı.
Karaosmanoğlu, Türk toplumunun çeşitli dönemlerdeki gerçekliğini sergilemek istediği için -bir ikisi dışında- yapıtlarında belli tarihi dönemleri ele aldı. Kiralık Konak I. Dünya Savaşı öncesinin, Hüküm Gecesi II. Meşrutiyet´in, Sodom ve Gomore Mütareke döneminin, Yaban Kurtuluş Savaşı yıllarının, Ankara Cumhuriyet´in ilk on yılının, Bir Sürgün II. Abdülhamid döneminin işlendiği romanlardır. Panorama 1923-1952 yıllarını kapsar. Romanları arasında en ünlüleri Nur Baba, Kiralık Konak ve Yaban'dır. (13)
Yakup Kadri’nin 1934’te yayımladığı Ankara’da, kendin çeşitli evreler boyunca geçirdiği değişiklikleri Selma Hanım adlı roman kahramanının ilgileri çerçevesinde açıklamaya çalışır. Ütopik bir roman olan Ankara’nın birinci bölümünde 1921, ikinci bölümündeyse 1927 yılları anlatılır. Üçüncü bölümde yazarın 1942’de -Cumhuriyet’in 20. Kuruluş yılında- gerçekleşeceğini varsaydığı Ankara -dolayısıyla Türkiye- çıkar karşımıza.
Ankara romanının birinci bölümünde 1921’in heyecanlı, gerilimli, umutlu, kimi zaman umut kırıcı ortamından bireysel ve toplumsal kesitler sunulur:
Kocası Nazif’le İstanbul’dan gelerek Milli Mücadeleciler’in yanında yer alan Selma Hanım’daki değişmeleri izleriz roman boyunca. Tabii Ankara’daki değişmeleri de…
Savaş yıllarındaki Ankara’nın kısa hatlarla sergilendiği birinci bölümde romanın kahramanı olan Selma Hanımı bir banka şefinin karısı olarak görüyoruz: Ankara’da yaşam tek düze ve sıkıcıdır, yoksulluklarla doludur. Bütün umutların Zafer’e bağlandığı, başka hiçbir şeyin önemli olmadığı bu dönemde, herkesin gösterişsiz bir yaşamı vardır. Kocası Nazif Bey’in ulusal davaya bir erkekten beklediği coşku ve ilgi ile bağlanmadığını gören Selma Hanımın kalbi yavaş yavaş kocasından kopar; Erkân-ı Harp Binbaşı Hakkı Bey’in düşünce ve davranışlarına yakınlık duyar. Birinci bölüm Selma Hanım’ın binbaşının cazibesine kendisini kaptırdığı bir zamanda sonuçlanır.
İkinci bölüm Zafer’den sonraki Ankara’dır. Selma Hanım Nazif Bey’den boşanmıştır. Artık eski Binbaşı, emekli Miralay Hakkı Bey’in karısıdır. Ancak koşullar değişmiş, değişen koşullar Cumhuriyet öncesinin kişilerini de değiştirmiştir. Hakkı Bey ordudan, Murat Bey vekillikten ayrılmışlardır. Vurguncu savaş zengini şirket meclisi yönetimlerinde dolaşan, “ecnebi” gruplarla komisyon işleri yapmaya çalışan Hakkı Bey’in yeni yüzüyle karşılaşırız.
Selma Hanım yeni kocasından da uzaklaşır. Bu sırada yazar Neşet Sabit, genç kadını görmek için onların bazı toplantılarına katılır. Selma Hanım bu yaşamın acılarını onunla paylaşır. Binbaşı Hakkı Bey’den boşanır, toplumsal hizmetlerin en değerlisi olan öğretmenlik görevine atılır.
Son bölüm yazarın hayalindeki Ankara’dır. Yazarın bu hayali Cumhuriyet’in 10. Yıldönümü Bayramıyla başlar. Gazi Mustafa Kemal’in Türk ulusuna seslenişi yeni bir dönemin başlangıcının, bir yeni sabahın ilk işareti gibi olmuştur. Ankara’nın çehresi değişmiştir.
Selma Hanım Neşet Sabit’le evlenmiş, bu iki insan “yeni hayatın imar ve inşasında” el ele vererek büyük bir aşkla çalışırlar, yeni değerleri halk yığınlarına götürürler.
Selma Hanım ve Neşet Sabit fırsat buldukça Anadolu’nun muhtelif yerlerine seyahat eder, bu seyahatlerinde gördükleri yerlerin yeni çehresiyle karşılaşırlar. Anadolu toprağı, suyu, kırı, bayırı, dağı, taşıyla eşsiz güzelliğiyle cennetten bir parça gibi hayal ederler, bundan doyumsuz bir haz alırlar. Hele Pınarbaşı’nda düzenledikleri eğlencelerde halk ezgileri ve türküleri çalınır söylenir, sabaha kadar hoşça vakit geçirirler.
Roman yazarın bu tasarımıyla/hayaliyle son bulur.
Romandan bir bölüm şöyle:
“Yeni Ankara başdöndürücü bir süratle inkişaf ediyordu. Taşhan’ın önünden Samanpazarı’na, Samanpazarı’ndan Cebeci’ye, Cebeci’den Yenişehir’e, Yenişehir’den Kavaklıdere’ye doğru uzaman sahalar üzerinde, apartmanlar, evler, resmi binalar, sanki, yerden fışkırırcasına yükseliyordu. Bunların her biri yapanın bilgisine ve yaptıranın zevkine göre birtakım şekiller ve renkler almakla beraber, dikkatli bir göz için, hemen hepsine birden hâkim olan exotique mimari tarzının sırıttığı da aşikârdı. Mesela, Yenişehir’den Kavaklıdere’ye doğru sıralanan villalar arasında kulesiz, saçaksız binalara rasgelmemek mümkün değildir. Birbirinden örnek alan ve bazıları hep bir mimarın elinden çıkmış bulunan bu kuleli ve geniş saçaklı evler, etraflarını çeviren hendeklerin ortasında birer derebeyi şatosunu andırıyordu.” (14)
HALİDE EDİP VE ANKARA
Halide Edip Adıvar’ın 1922’de yayımladığı Türk’ün Ateşle İmtihanı adını verdiği anılarında Kurtuluş Savaşı sırasındaki tanıklıklarını bulabiliyoruz: İstanbul’da başlayan tanıklıklar, Ankara, Eskişehir ve cephede sürer…
Aynı süreç, Adıvar’ın kaleminden roman olarak da çıkar karşımıza: Ateşten Gömlek adıyla. O da 1922’de yayımlanır; yazınımızda Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan ilk romandır. Roman, roman kahramanlarından Peyami’nin Cebeci Hastanesi’nde beynindeki kurşunun çıkarılması için yapılacak ameliyatı beklerken yazdığı anılarından oluşmuştur. Yapıt, yaşanmış olaylara dayanan gerçekçi bir romandır. Yapıtta coşkulu bir dil kullanılmış, canlı betimlemelere yer verilmiştir.
Araştırmacı yazar Cevdet Kudret’in değerlendirmesiyle “Edebiyatımızda Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan romanların ilki ve hâlâ da en güzeli”(15) olan Ateşten Gömlek, 1922’de, daha Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü günlerde yazılan, Sakarya Zaferi’nden sonra “uzun bir izinle Ankara’ya dönen” yazarımızın “Sakarya’daki silah arkadaşlarının Ateşten Gömlek’te birkaç solgun aksini İstanbul, ihtilal ve ordu günlerinden alıp kâğıt üzerine koyduğu” bir “destan.” Adı Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından bulunan ve “Anadolu’ya bu kadar yakıştığı ve kendi başına bir şaheser” olduğu için Halide Edip’çe de sahip çıkılan Ateşten Gömlek “vatan sevgisini, kurtuluş ülküsünü destanlaştırır.” (16)
Ateşten Gömlek 1922’de İkdam gazetesinde tefrika edilir, 1923’te filmi çekilir, 1924’te İngilizceye bizzat yazarı tarafından çevrilir. Daha sonra bu eserin bir Hintli tarafından yeniden İngilizceye yapılmış bir çevirisi vardır. Eser, Almanca, Arapça, Rusça ve bir Cezayirli tarafından 1948’de Fransızcaya çevrilmiştir. (17)
Adıvar, yaşadıklarından, gördüklerinden yola çıkarak yarattığı roman kahramanları zengin bir ailenin oğlu Peyami, 1. Dünya Savaşı’nda yaralanmış subay Cemal, Binbaşı İhsan, Cemal’in İzmir’de oturan kız kardeşi Ayşe aracılığıyla İzmir’in işgalinden Sakarya Zaferi’ne kadar geçen dönemi içine alır: İngilizlerin himayesindeki Yunanlıların İzmir’i işgali, yaptıkları vahşet, İstanbul’un işgali, Sultanahmet mitingi, Anadolu’ya geçiş, direniş çetelerinin düşmanla savaşları, isyanlar, ordunun kuruluşu, Sakarya Meydan Savaşı yapıtta anlatılan tarihi olaylardır. Yazar varsıl kişisel yaşantı ve gözlemlerine, düş gücünü de katmış, savaşan insanların iç dünyalarını da gözlerimizin önüne sermiştir.
Romana Ankara, savaşın yönetildiği merkez ve “destan kahramanı çehresiyle uzaktan ruhlara serptiği kurtuluş ümidiyle” çizilen Mustafa Kemal’in bulunduğu yer olarak yansır.
1884’te İstanbul’da doğan, 1901’de Amerikan Kız Koleji’ni bitiren, önce Salih Zeki ile 1917’de de ikinci eşi olan Dr. Adnan Adıvar ile evlenen Halide Edip, Kurtuluş Savaşı’nda aldığı görevlerin ardından 1939’da İstanbul Üniversitesi İngiliz Edebiyatı profesörlüğüne atanır. 1950 yılına kadar bu görevinde kalan Halide Edip, 1950-1954 yılları arasında Demokrat Parti’nin İzmir milletvekili olarak TBMM’ne girer.
9 Ocak 1964’te İstanbul’da vefat eden Adıvar’ın 1. Dünya Savaşı sonrasından Cumhuriyet ilan edilinceye kadar yaşadığı anıları anlatıldığı Türk’ün Ateşle İmtihanı’nda, işgal altındaki İstanbul’da yaşadıklarını da buluruz. Sultanahmet Mitingi’ndeki konuşmasından sonra İstanbul’da barınamayacağını anlayan Halide Edip ve eşi Dr. Adnan’ın 11 gün süren yolculuğun ardından Ankara Garı’nda Mustafa Kemal ve halk tarafından karşılandıktan sonra karargâhta çalışmaya başlamalarını da… Düzenli ordunun emrine girmek istemeyen çeteler, Halide’nin Eskişehir’de gönüllü hastabakıcı olarak çalışması, Sakarya Savaşı, onbaşı rütbesiyle Mustafa Kemal’in karargâhında görevlendirilmesi, Büyük Zafer’den sonra Mustafa Kemal’in sabahlara kadar çalıştığını yakından izleyen Halide’nin “Savaş bitti. Artık dinlenmeye çekilme vaktiniz geldi.” dediğinde sert bir tepkiyle “Asıl savaş bundan sonra başlıyor.” yanıtını alışı anlatılır Türk’ün Ateşle İmtihanı’nda.
Halide Edip, savaştan edindiği deneyim, gözlem gücü ve yaşantı varsıllığıyla 1922’de yayımladığı Ateşten Gömlek ve Türk’ün Ateşle İmtihanı kitaplarının ardından Sakarya Meydan Savaşı’nı 1926’da yayımlanacak Vurun Kahpeye romanında anlattığı gibi, 1924’te Kalp Ağrısı ve 1928’de Zeyno’nun Oğlu romanlarında da Kurtuluş Savaşı’nı başka başka yönlerden ele alır. 1936’da kaleme aldığı Sinekli Bakkal romanlarıyla da hem çok ünlenir, hem de gerçekçi roman geleneğinin öncülerinden biri olmayı başarır.
Bu dizinin ilk yazısında başkent Ankara’nın tarihsel geçmişiyle birlikte Kurtuluş Savaşımız ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki yazınımıza yansımalarından bir bölümü sunduk sizlere. Gelecek yazıda Aka Gündüz, Mükerrem Kâmil Su, Sabri Ertem’den başlayan bir yolculukla belki Adalet Ağaoğlu’ndan, Tarık Buğra’dan, Fakir Baykurt’tan, Sevgi Soysal’dan geçerek günümüze geliriz: Işık Kansu’ya, Can Özoğuz’a, İnci Gürbüzatik’e vb.
NOT: Ben "gelecek yazı"yı yazana dek, siz Sevgili Sedat Örsel'in İnci Gürbüzatik'in Ankara'yı anlattığı Misket yapıtı için sosyal medyada paylaştığı değerlendirmeden bir bölümüyle yetininiz lütfen:
“SANKİ TRT’Cİ?...”…”İNCİ GÜRBÜZATİK” Em. General Mâcit AKMAN, -“Sedat; dikkat ettim, çok güzel ve temiz Türkçe yazıyor Kurumdakiler…” -“Kamu Yayıncıları bir dilin ve telâffuzunun en önemli ölçüsüdür Efendim…”
Öyledir, BBC İngilizcesi ölçüdür… TRT Türkçesi de öyleydi… TV ya da Radyo Prodüktörü, Spikeri ve Redaktör Spikerleri… Metin yazarları, Muhâbirler, Editörler, Sunucular, Şarkıcılar… Türkçe’nin titiz ve tâvizsiz muhâfızlarıydılar… Yazdıkları anonslar ve metinler Türkçe’nin en güzel örnekleriydi…
Önceki gün bir paket bıraktı Kargocu; iki kitap. Günün gereği dezenfektan sıkıp açtım; tertemiz olsun, virüs bulaştırmasın diye. Açtım; iki kitap; İnci GÜRBÜZATİK büyük nezâketle iki kitabını yollamış; “MİSKET” ve “BİNBİR MASAL BİR KALE”
Kendinden dezenfektanlı; duru, tertemiz, züppe virüs bulaşığı olmayan bir Türkçe… Sanki TRT’ci!… İkisini de okudum arka arkaya; bir solukta… Evet İnci, Benim dönemime de yetişmiş, bir TRT’ci, Radyo ve TV yayıncısı; Muhâbirlerin “Vakaaa”, “Meydaaaana geldi” demediği güzel günlerden. Onun, Radyodan TV Drama bölümüne geçiş yazısı önüme geldiğinde, “Umarım iyi senaryolar yazar…” dediğimi hatırlıyorum…
O kadarla kalmadı, hârika kitaplar yazdı… “MİSKET” bir Ankara kitabı; beni çok duygulandırdı… Çünkü ben ağır bir “ANKARA”lıyım ve artık nesli hergün azalan, eski kuşağım. Sevgili İnci, Elimden tuttu ve özlemini duyduğum ne kadar “Güzel Ankara” ve anıları varsa oralarda gezdirdi beni. Gönül telimi, Keman teli gibi gerdi; titretti… Her iyi kemâne gibi büyüledi beni; dalıp, dalıp gittim. Çünkü anlattığı yerler ve olaylarda ben de vardım. Artık olmayan Mamak’ımı öyle yazmak isterdim…
Mamak’ta da misket oynayan kızlar vardı elbette… Hattâ, “Deli Fadime’nin” kızı “Halime”misketlerimize el koyar; korkardık.
İnci, öyle güzel bir “Senaryo” yazmış ki!... Al kamerayı dolaş onunla birlikte; binbir mesajlı bir belgesel çekersin. Hüzün… Kitabı okurken kulağımda bir Rast; “Bir eser kalmamış eski halinden Yazık geçmez akçe pula dönmüşsün Hayal mi gerçek mi gördüğüm bilmem Elden ele gezen güle dönmüşsün…”
Annemin ve babamın anlattıkları… Hüzün elbette… İnci’nin hâfızasına ve “VE”siz diline şapka!...(...)
Sevgili İnci, ömrün sağlıklı ve uzun olsun. Meslekdaşlarım anılarını, romanlarını, şiirlerini yazdıkça, Resimler, cam işleri, heykeller yaptıkça, Müzikler besteledikçe, korolar kurdukça içim coşkuyla doluyor…
Hâsıl-ı kelâm; Türkçe ve Türkiye yalnız değildir. Özellikle Cumhûriyet kızları nöbettedir, Kollayın, okuyun ve okutun onları, Kutsal vazifemizdir, Vesselâm…"
Sedat Örsel: 11 Ekim 2020
KAYNAKLAR
1) Yurt Ansiklopedisi, s: 523
2) Agy.
3) Agy, s:582-583
4) Agy, s:584
5) Agy, s:585
6) Agy, s:586
7) Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, MEBas., İst., 1969, s:3-4
8) Agy, s:4
9) Agy, s:5
10) Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, İst., 1969, s:354-355
11) Agy, s:356
12) Dağlarca, Fazıl Hüsnü, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, TDK Yay., 10, s:30-32
13) Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Yaban, İletişim Yay. 10
14) Agy, s:121
15) Kudret, Çevdet, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, Varlık Yay., 1981, C:2, s:81
16) Adıvar, Halide Edip, Ateşten Gömlek, Atlas Yay., 1984, 19. Bas., s:12-13
17) Enginün, Prof. Dr. İnci, “Halide Edip’in Romanları”, Alâettin Bahçekapılı’nın
TRT’de yayımlanan Kurtuluşumuzun Romanı izlencesi için özel metin,
Yayın Tarihi: 19,07,1985
Bu yazının ilk Yayım Tarihi: 13 Ekim 2020, www.habercigazete.com
Commenti