Bugün Vedat Türkali‘nin aramızdan ayrılışının 7. yıldönümü.
Ünlü yazarımızla, vefatından bir süre önce, oylumlu bir söyleşi gerçekleştiren ve Ataşehir Ev Kültür dergisinin Ocak 2015 ile Şubat 2015 tarihli sayılarında yayımlayan Alâettin Bahçekapılı’nın bu söyleşisi sosyalist hareket ve siyasal gelişmeler konusunda ilginç görüşlerini içeriyor Türkali’nin… 15 sayfa kapsamındaki bu söyleşi Bahçekapılı’nın Haziran 2015’te yayımlanan Gelincik Tarlası Gibi kitabında da yer aldı. Siyasal ve yazınsal tarihimize katkı anlamında çok değerli gördüğümüz bu söyleşiye bugünden itibaren bölümler halinde yer veriyoruz.
Vedat Türkali: “Daha bitmedi, yazacak çok konu var!”
Ünlü yazarımız Vedat Türkali, BRT Yayın Grubu Genel Yönetmeni Alâettin Bahçekapılı’ya yaşadığı süreç, yazarlık ve siyasal faaliyetleri, gelecekten beklentileri konusunda önemli açıklamalarda bulundu. İşte Türkali ile bir araya gelen Bahçekapılı’nın o görüşmeye ilişkin izlenimleri ve saptamaları.
Fazıl Hüsnü Dağlarca ile konuşmaya gittiğimde de böyle olmuştum: İçim kıpır kıpır, coşkulu; çocuksu bir utangaçlık içinde, acaba ne sorsam telaşı da var… Kolay değil, yıllardır yazıp yayımladıklarıyla, söyleyip topluma aktardıklarıyla ilgi odağı, tartışmaların merkezinde bir kalem, bir düşün adamı. Bir deyince de 1 Mayıs’lar geliyor insanın gözünün önüne… Taksim Meydanı’na kitlelerin içinde, en çok da Türkiye Yazarlar Sendikası flaması altında çıkanların en önünde görürdük onu. Yanında mutlaka eşi de olurdu; Merih Abla. Tekerlekli sandalyede bile korteji karşıladığına tanık olmuştuk yıllar önce.
Ataşehir’den Taksim’e doğru yol alıyoruz. Her zamanki Cuma trafiği. Gökyüzünde tülden bulutlar var. Güneş yüzünü gösteriyor, ısıtmakla üşütmek arasında… Boğaz Köprüsü’nün üzerindeyken yol arkadaşım Dr. Sadreddin Apaydın, telefonuyla sürücü koltuğunda fotoğrafımı çekiyor, ardından Boğaziçi’ni… Şimdi teknik çok ilerledi; hemen Almanya’daki ortak dostumuz Selçuk Ülger’e gönderiyor; kısa açıklamalar da ekliyor, maharetle… Selçuk’tan anında yanıt: “Alâettin Ağabey’in sürücü koltuğundaki ciddiyetine ve yakışıklılığına hayranım, yanınızda olmak isterdim vb.” Selçuk bilmiyor, yürek çırpıntımın yüzüme oturttuğu ciddiyetin nedenini… Bir Gün Tek Başına diye başladığı yazın yolculuğunda …Mavi Karanlık’lardan kurtulup Güven’den geçerek….. şimdilerde Bitti Bitti Bitmedi kitabına dayanan Vedat Türkali ile söyleşmeye gidiyoruz.
Her kitabıyla ilgi odağı olan, tartışmalara yol açan Türkali, son yazdığı romanda Ermeni tehciri konusundaki görüşlerini aktarıyor bizlere. Yalnızca onu da değil, son siyasal gelişmelere, duruma, açılıma, iktidarın başkanlık sistemi özlemlerine, Kürt isyanlarına ve sorununa da değiniyor sorulduğunda…
Aslında ben, daha çok yazınsal yönlerine ilişkin sorular sormayı düşünüyorum. Dostum Korkut Akın da, sinemayla ilgili sorulara ağırlık vermemi öneriyor… Sorulabilecek sorular konusunda da emeğini esirgemiyor: “Ağabey, senaryolarındaki gerçekçiliği, romanlarının senaryosunun yazılmasının bile gerekmeden filme alınabileceği yargısını, “yerli dizilerin yersiz uzun” olduğu hakkında ne düşündüğünü, resmi tarihin gizlediği, çarpıttığı olayların sözlü tarih aracılığıyla geleceğe taşınmasının önemini, romanları hakkında başkaca sorular sormanı isterim” diyerek yol ve yön gösterdi. Bütün bunları sormak istemez miyim? İsterim, hem de nasıl? Ancak, arabamın yan koltuğunda oturan ve akıllı telefonuyla sürekli dostlarımızla haberleşen Dr. Apaydın, “Alâettin Ağabey, fazla umutlu olma, Sayın Türkali 95 yaşında, belleği 20 yaşında bir delikanlının belleği kadar taze, ancak fazla ayrıntılı konuşmayabilir, her soruyu yanıtlamayabilir, yormamak da gerekir; bütün bunları hem bir doktor olarak, hem de kendisini geçen hafta ziyaret eden ve yakından gören biri olarak söylüyorum” diye uyarıyor.
Bir süre kararsız kalıyorum; gerçekten ‘büyük hayal içinde’ yola çıkmıştım; ancak belli oluyor ki, ‘alçaktan uçmam’ gerekiyor: ‘Kartal olmaya gerek yok.’ Karar veriyorum; “Sayın Vedat Türkali’ye, önceleri sorulan ve yanıtları alınan konularda soru sormamalıyım, ancak o yanıtlarından yararlanma izni istemeliyim; bu söyleşi biçimini yıllar önce Hasan İzzettin Dinamo’ya, Ruhi Su’ya, Haldun Taner’e uygulamıştım. Belki söyleşiyi akışına bırakmak, üzerinde çok konuşmadığı Nâzım Hikmet ile ilişkilere, onun ve kendisinin şairliğine getirmek daha doğru.”
“Yazmak için kendisinin ve toplumun yaşamından beslenen” bir yazar Vedat Türkali. O nedenle de toplumun her kesiminde sevilen, sayılan biri. Resmi tarihte bulamayacaklarımızı gün yüzüne çıkaran yetkin bir yazar: “Romanlarıyla sonuçları bugünümüzü halen şekillendiren, acısı dinmeyen, yarası kabuk bağlamayan 12 Eylül Askeri Darbesi’ni, 6-7 Eylül pogromunu – dinsel, etnik nedenlerle bir gruba karşı yapılan şiddet hareketleri-, Dersim katliamını unutmamızı engelledi, resmi tarihin gizlediklerini gösterdi. Bir Gün Tek Başına ile 27 Mayıs’ı yaratan koşulları, Mavi Karanlık ile 12 Eylül dönemini, 11 yılda tamamladığı Güven adlı romanıyla ise Boz Memet’ten Mihri Belli’ye, Dr. Hikmet’ten Reşat Fuat’a 1930 ve 1940’ların TKP’sini anlattı. Karanlıkta Uyananlar, Bedrana, Fatmagül’ün Suçu Ne?, Kara Çarşaflı Gelin adlı senaryoları filme uyarlandı” Türkali’nin.
2014’ün sonuna doğru raflarda yerini alan yeni romanı “Bitti Bitti Bitmedi”de Diyarbakır ve Adana cezaevindeki işkence odaklı yaşamdan, İttihat Terakki dönemine dönerek 1915 Ermeni tehcirini anlatıyor Vedat Türkali.
Vedat Türkali yaşamın “bir devinim ve diyalektik üzerine kurulu” olduğuna inanan bir düşünür. “Hiçbir şeyin bitmediğini, zulmün bitti denilse de devam ettiği görüşünde.” Diyor ki; “Söyleyecek sözüm var daha. Kalp, tansiyon yok bende. Hikmet Kıvılcımlı içkiyi sevmezdi. Ben de alışmadım. Hayatta iki gerçeği erken fark ettim. Birincisi sigaranın zararını, hiç sigara içmedim. Bir de şair olmadığımı erken yaşta anladım.” Bu son tümceyi kabul etmek biraz zor: Hele Türkali’nin “İstanbul” adlı şiirini biliyorsanız, hani Edip Akbayram’ın bestelediği ve çok güzel söylediği o ünlü şiiri…(Bugünkü Unutulmazlar haberimizin içeriğinde bu parça var)
Bu şiiri 31 Ekim 2013’te yitirdiği eşi Merih için yazmış Vedat Türkali. Merih hanımın Deniz (Türkali)’i dünyaya getirdiği sırada İstanbul’dan uzaktadır yazarımız. İkisini de göremiyordu. O duygularla, hasretle yazdı “İstanbul” şiirini. Daktilo bile etmedi. Sonra Bir Gün Tek Başına adlı romanında yer verdi. Sonra marş haline gelecek bu şiiri Edip Akbayram besteleyip söyledi. Bu şiire Ataşehir Kültür dergisinin “Şiiristanbul” sayfalarında ben de yer verdim, şimdi kapısında olduğumuz evine bu dergiyi de götürüyorum.
Taşınmayı düşündüğü halde, “Merih hanımla anılarını korumak amacıyla” oturmayı sürdürdüğü Cihangir’deki apartmanın 4. Katına çıkan eski İstanbul apartmanlarında rastlanan tipte asansörün kapısını açtığımızda karşılıyor bizi Vedat Türkali’nin yardımcısı Nermin hanım. Soğuk ve yağmurlu bir gün olduğundan giydiğim pardösüyü çıkarıp asıyorum. Ayakkabılarımı çıkarmaya davranıyorum, “çıkarmanız gerekmez” diyor Nermin hanım. “Vedat Bey sizi bekliyor.” Hızlı biçimde salonun duvarlarına göz gezdiriyorum. Büyük ve renkli bir aile fotoğrafı: Kızı Deniz Türkali, oğlu Barış Pirhasan ve torunları yer alıyor. Siyah-beyaz bir fotoğraf: Belli ki eşi Merih hanımla çektirdiği gençlik fotoğrafı… Sonra, 1 Mayıs Taksim törenlerinden fotoğraflar, birçoğuna tanık olmuşuz, zamanında.
Bir yanında mutfağın ve banyonun yer aldığı dar koridordan arka odaya geçiyoruz. Vedat Bey, koltuğunda… Hafifçe doğruluyor yerinden, tokalaşıyoruz, elini öpmeye niyetleniyoruz, engelliyor. Masasının üzerinde kitaplar, dosyalar, sağ yanındaki küçük kitaplıkta üst üste konulmuş, bir gazetenin verdiği Kur’an-ı Kerim Tefsirleri dikkat çekiyor. “Söyleşiye buradan girilir” diye geçiriyorum aklımdan.
Türkali, son romanı Bitti Bitti Bitmedi’yi Dr. Haig Açıkgöz’e ithaf etti. Şöyle yazdı ilk sayfada: “Mahalle, ilkokul, üniversite ve uzun yıllar süren TKP içinde birlikte çalışma onurunu kazandığım, çektiği bütün işkencelere karşın hiçbir tutuklamada beni ve sorumlu birçok kişiyi ele vermeyen Dr. Haig Açıkgöz’e yürekten sevgi ve borçluluk duygularımla.”
Dr. Haig Açıkgöz, birçoğumuz için yalnızca adı ve savaşımı bilinen biri olmanın ötesine geçmese de, Ataşehir Kültür dergisinin dikkatli okurları için, böyle değil. Dergimizin haziran sayısında Paros dergisindeki söyleşisini –izniyle- yayımladığımız Mayda Saris’ten sonra, arkadaşımız Dr. Sadreddin Apaydın’ın Almanya’ya gidip kendisiyle görüştüğü ve duygularını eylül sayımızda (99.) aktardığı Anjel Açıkgöz’ün eşi Dr. Haig Açıkgöz.
Türkali, önce “Anjel kitabı okumuş mu, beğenmiş mi?” diye soruyor Dr.Apaydın’a. Söyleşme böyle başlıyor.
Dr.S. Apaydın (SA) Ben kitabın sonuna yaklaştım; ama Angel abla bitirmiş. Genel olarak iyi bulmuş. Çok memnun olmuş. Kitabı Barış ile yollamışsınız. Geldi mi Barış?
Vedat Türkali (VT) Evet onla yolladık. Barış burada. Barış şimdi benim, Bir Gün Tek Başına adlı meşhur romanımın filmini yapmaya çalışıyor.
Alâettin Bahçekapılı (AB): Ama epeyce sürüncemede kalmış o iş. Bir kaç yıl öncesinin projesiydi bu.
VT: Oldu olacak diyorlardı para bulamadılar. Yapmıyorlar, yapamıyorlar; ben vazgeçtim. Sonra biz unuttuk gittiydi. Bir gün benim Boğaziçi Üniversitesi’nden dostlarım var, onlar haber yolladı. Bir kameraman varmış Türkiye’de, benimle bir konuşmak istiyormuş. Genç, iyi bir çocuk. Dedi ki ‘ben 18 yaşımdaydım bu romanı okuduğumda ve o zaman aklıma koydum ben bu romanın filmini yapacağım.’ Dedi ki ‘bana bu fırsatı verir misiniz?’ Oğlum dedim zaten param olsa ben bunu yapardım dedim. Sen fırsatı bulabilir misin? ‘Ben projeyi atacağım ortaya, neler yapabiliriz onu araştıracağım.’ Barış da haber almış, o da geldi. ‘Bu adam bir şeyler yapacak galiba’ dedim. Bunlar gitmişler Beşiktaş’ta bir yatırımcı var Necati, onu ikna etmişler. Sonra bu romanla vaktiyle uğraşan, epey isteklisi olan Ayşen diye bir kız -eski cumhurbaşkanının yanında çalışan bir gazetecinin eşi- o da romana hayran, ‘bu romanı illa film yapalım’ diyor. Onu, Necati’yi almışlar. Barış ‘baba bu sefer olacak’ diyor. Şimdi oyuncuları arıyor, hangi rolü kim oynayacak onu belirliyorlarmış. Tabii şimdi oyuncuların geneli üniversiteli; eskiden öyle değildi. Benim inancım o ki iyi bir film yaparlarsa, hangi oyuncu rolüne oturursa o iş yapar. Heyecanla bekliyoruz. Bakalım.
AB: Yönetmeni belli mi?
VT: Yönetmen Barış işte. Barış Pirhasan. Zaten ezbere biliyor kitabı. ‘Hiç dert etme senin kaygılarının hepsini biliyorum baba’ diyor.
AB: Şimdi sizin heyecanınızı ben de duymaya başladım. Üstadım, tam doğduğunuz gün yazıldınız mı, bilmiyorum; ama 13 Mayıs 1919’da Samsun’da doğmuşsunuz. Altı gün geç doğmadığınız için üzülür müsünüz?
VT: Neden?
AB: 13 Mayıs’ta değil de, 6 gün geç doğsaydınız 19 Mayıs 1919’da doğmuş olacaktınız. Emperyalizme karşı bir savaşın…
VT: Hiç umurumda değil.
AB: Samsun’a çıkmak, o tarih önemli değil midir?
VT: Şimdi yavrucuğum. Olsaydıyla olmaz bu. Samsun’da doğdum. Samsun’da liseyi bitirdim. Sonra bir ara gittim birkaç defa, senelerdir görmedim. Samsun benim bıraktığım zaman 32 bin nüfuslu bir köyceğiz, bir kasabasıydı; ama vilayet kabul edilmişti. Ben orada mektebe giderdim iki nedenle eve döndürülürdüm zaman zaman. Bir, çok sık bitlenirdim. Eve yollarlardı. Gelirdim eve ‘anne bende bit varmış.’ ‘Ee var, kimde yok ki?’ Bir şey mi yaparlardı? Yoo yapmazlardı. Evde akan su yok, mahalle çeşmesinden taşıyıp temizleneceksin, zor iş. Ev döndürülmemde ikinci neden, nüfus kâğıdım yoktu, almak zor bir işti o zaman. Beni okula almışlar, iki aylık mı üç aylık mı gözüküyorum; bir de bakıyorlar ben okulda tosun gibi bir adamım. İki, üç sınava girmişim hâlâ üç aylık. Müfettiş gelince evraklar mevraklar… Telaşlanıyorlar: ‘Git yaşını büyüt gel.’ Bu da böyle senelerce sürdü. Hep eve ‘nüfus kâğıdını al gel’, diye gönderiliyorum… Bizim mahallede bir jandarma teğmen, emekli bir adam vardı Memduh Bey. Dedi ki ‘onu ben yaptırırım.’ Alıp beni götürdüler, annem de bekliyor. İşte tarih öyle yazıldı: 1335. 13 Mayıs’ı da biz sonradan bulduk, araştırdık. Soyadım değişince. Soyadımız Demirkıran’dı. Sonra Pirhasan yaptım ben. O zamanlar yazıldı çizildi yani. Annem sağdı nüfus kâğıdına baktı dedi ki ‘yazık’ dedi. ‘Bir yaş büyük yazılmış’ dedi. Sonra komşular ‘aman askere erken gider’, o laf kalmış aklında. O yüzden büyük yazdılar. Ne kadar büyük yazdılar, ne kadarı doğrudur, onu da bilemem.
AB : Bir söyleşinizde ‘Kur’an-ı Kerim’i altı kez hatmettiğinizi’ söylemişsiniz…
VT: Zaten bizim evde adettir. 4 yaşımda 4 aylık mahalle mektebine gittim ben. Bu aile geleneğidir; 4 yaşında 4 aylık. Babam dehşet yobaz bir adamdı.
AB : Yobaz mıydı, dindar mıydı?
VT : Ben en çok neye kızardım? Mahallede bir arsa vardı orda biz eskiden tatil günü olan Cuma günleri tam takımı kurmuşuz, top oynuyoruz. Gol attık atacağız derken çocuklar ‘Kadir baban geldi’. Bir de bakıyorum, bastonu da elinde, orda durmuş, ‘hadi camiye gideceğiz.’ Ben tabii camiye gidiyorum ama, kaçmak için fırsat kolluyorum. Kalkar gelirdim yine eve mahallede oyun oynamaya. Sonra 4 yaşımı doldururken Vasiye Hocahanım diye Laz, Trabzonlu bir kadın. Benim ablam da hafızdı. Onunla mukabele okurdu. Başladım, Elif Be’yi okudum , Amme Cüzü’nü okurken hükümetten bir tazyik geldi, gizli mizli hepsini iyice korkuttular, kapattılar mahalle mekteplerini. Ve ben eve geldim kurtuldum derken babam dedi ki ‘tahsil yarım kalmaz.’ Evde ben babamın himayesinde Tebarike’yi okudum, sonra da Kur’an’a başladım. Kur’an-ı azimüşşan’ı altı defa hatmettik. Ama eski Türkçe de olsa, edebiyat meraklısıyım. Biraz dünyayı daha iyi anlıyorum. Kemalist bir gençlik ne de olsa. Kemalistlikle solculuğu karıştırmışız aklımızca…
Söyleşi sürecek…
Yarın: Türkali’nin solculukla tanışması, Nâzım Hikmet… TKP
留言