Bugün 22 Aralık. Bundan 109 yıl önce, Doğu illerini işgal eden Rus ordusundan topraklarını geri almak için kış koşullarında Allahüekber Dağları’na doğru harekete geçen vatan evlatlarından kimi verilere göre 55 bin, kimi kaynaklara göre de 85 bin asker donarak, hastalıktan ve savaşarak şehit oldu. Bugünkü kuşakların dedeleri, babalarıydı onlar. 109 yıldır iç yakar bu facia. Sarıkamış şehitleri her eve düşmüş bir ateştir 109 yıldır.
Sarıkamış’ta iki kardeşiyle birlikte yok olmuş bir dedenin torunu olan Emekli TRT Şef Prodüktörü, Yazar Alâettin Bahçekapılı, gazeteciliğinin 50. Yılı dolayısıyla TV Yönetmeni Korkut Akın’ın yaptığı nehir söyleşiden oluşan Yitik Umutların Gece Bekçisi Alâettin Bahçekapılı adlı kitapta babasından, babaannesinden dinlediklerine dayanarak şöyle anlatır dedesinin Sarıkamış’a doğru yola çıkışını:
Babaannem, genç yaşta dul kalıyor; hep “Kâmili” dönecek diye bekliyor; ormanda dal kırılsa, çatıda hartama oynasa yüreği hoplar; “işte geldi.”
Yaylamız Trabzon-İran transit yolu üzerindeki Hamsiköy’ün en yüksek dağında; Harahnoy’da. Babaannem dikilir kapının önüne ufka bakar, Ziganalar’a… Rüzgârdan iyi bir haber bekler, kuşlardan, yağan yağmurdan… Gelen giden yoktur; babaannem kabullenmez “Kâmili”nin imi timi belli olmamasını… Aradan 40 yıl geçmiştir; Kâmili’nin Sarıkamış’a doğru giden orduya katılmadan Hacevera’daki evden son çıkışını anlatır hep…
KORKUT AKIN-Bana da anlatsan…
ALAETTİN BAHÇEKAPILI-Acıklı ve sinematokrafik bir öyküdür aslında…
-O gözle de değerlendiririm…
- Bizim tarihimizde 93 Harbi olarak anılan, 1887-88 Osmanlı-Rus savaşı, Kuzeydoğu Anadolu’da Batum, Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Artvin’in Rusya’nın eline geçmesiyle sonuçlandı. Bu durumu zor da olsa, içine sindirebilen Osmanlı, Balkan Savaşları’ndaki yenilgilerinin ardından Avrupa topraklarında 1914’ün yaz aylarında başlayan emperyalist paylaşım savaşına türlü entrikalarla sokuldu. Çanakkale, Sina ve Filistin, Hicaz ve Yemen, Irak, İran, Galiçya, Makedonya cephelerinde 1. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı ordusu, müttefiki Almanya’nın baskısıyla Rusya’ya karşı Doğu’da da bir cephe açmanın tuzağına düşürüldü. Osmanlı Padişahı Abdülmecit’in torunuyla evli, dönemin Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa, Doğu’da daha önce yitirilen yurt topraklarını geri almak amacıyla Aralık 1914’te "Sarıkamış Harekâtı"nı başlatır. 6 Aralık’ta, Alman general Otto von Feldmann ile birlikte Yavuz Zırhlısıyla Trabzon’a gelen ve Erzurum’a hareket eden Enver Paşa’nın ardından Trabzon’daki ordu birlikleri Erzurum’a doğru harekete geçer.
Dedeme, iki kardeşine ve yol boyundaki köylerde oturanlara ordu Trabzon’dan yola çıkmadan izin verilmiştir; “gidin ailenizi görün, helalleşin, ordu sizin yöreden geçerken katılırsınız” denilmiştir.
Dedem, bir akşamüstü gelir eve. Tüfeği, fişekliği, matarası, yazlık giysileri içinde yakışıklı görünmektedir. Trabzon-Maçka arası yaklaşık 30 kilometredir. Yürüyerek geldiği için yorgundur, hemen döşek yorgan hazırlanır içeriki odaya. Biraz dinlensin, hasret sonra da giderilir… Çıkardığı elbiseleri, iç giysileri “aşana”nın ortasındaki ocağın üstündeki zincire asılan kazana atılır… Amanınnnn. Suyun yüzü bit kaynıyor… Öyle ki, su görünmüyor bitten. Sanırsın kavrulmuş buğday taneleri… Kaldırırlar derin uykusundan Kâmil dedemi, Karamanlı ninem -köydeki adı budur; babasıyla birlikte bir ara Karaman’a gurbete gitmiştir; tutunamayınca geriye dönmüştür; o nedenle ninemin adı (babamın da) Karamanlı kalmıştır- ne diyordum, Karamanlı ninem hamam teknesini aşananın ortasına getirir, evi dolduran kolu komşunun, büyük dedem Hüseyin’in, babamın ve amcam Emrullah’ın dışarı çıkmalarını söyler, aradan babama çok uzun gelen –öyle söylerdi- bir süre geçer… Ninem dedemi bir güzel yıkar. Babam ve komşular eve yeniden girdiğinde ikisi de sedirde oturmaktadır, saçları ıslak… Kazanda kaynatılan -bitlerinden temizlenen- giysiler de çıkarılır; elle çitilenir, sıkılır ipe asılır. Giysiler kuruyadursun dedem anlatır ahvali… Ruslar Kars’ı, Ardahan’ı almış, Erzurum’a dayanmıştır; Doğuyu kurtarmak gerekmektedir, asker “acilen” Erzurum’a doğru yola çıkarılacaktır. Bütün yol boyundaki erbaşa “gidin ailelerinizi görün, helalleşin, yolda bize katılırsınız” denilmiştir. “Orduya katılan olmazsa, kendi bilir, büyük suçtur, kaçak sayılır, Osmanlı’nın eli uzundur, ona göre” diye de uyarı yapılmıştır.
Dedem, bir ninemin, bir babası büyük dedemin gözlerinin içine bakmaktadır; sanki bir şeyler demek istemektedir; büyük dedem, oğlunun gözleriyle anlattığını yüreğinde evirip çevirmede, anlamakta; ancak duyduklarını, bildiklerini, tehlikeleri de kulakardı edememektedir. Askerden kaçanların, hele savaş vakti, ordu seferdeyken firar edenlerin başına neler geldiğini bilmektedir; bırak firar edenin, ailesinin ocağının söndürüldüğünü görmüştür, duymuştur; korkmaktadır. Oğlu ‘padişaha feda”dır da, ya karı kızan, ya torun torba, ya kolu komşu, ya ev bark, tarla taban… Alimallah “berhava edilir.” “Yakılır yıkılır, tarla taban hozona döndürülür.” “Osmanlı bu, kendi soyundan gelene, kendi sülbülden olana, babanın oğula, kardeşin kardeşe acımadığı Osmanlı…” “Ağanın, beyin, kolcunun, mültezimin, varlıklının ağzına bakan Osmanlı… “
-Sevgili Alâettin Ağabey, senin bildiğin bir nitelemesi var Anadolu insanının, nasıldı “yiyende ortak Osmanlı.”
-Aydın yöresindeki efelerin dilinden çıkarak, yurt geneline yayılan, anonim olmuş bir dörtlüktür; Kars ve yöresinde de söylenirdi, ben orada duydum; “Şalvarı şaltak Osmanlı-Eğeri kaltak Osmanlı- Ekende yoğ, biçende yoğ - Yiyende ortak Osmanlı.” Maçka’daki durum da budur. Osmanlı “ekende yoktur, biçende yoktur, yiyende ortaktır.” Büyük dedem bunu bilmektedir; yaşayarak bilmektedir. Köydeki duruma bakarak bilmektedir. Hele bu dönemde Osmanlı iyice katılaşmıştır; askerlikten geri durmak yoktur, kaçanın evi barkı yakılmakta, yıkılmaktadır; soyu sopu “hain” bilinmektedir. “Oysa biz, taa Maraş’tan bu bölgenin Türkleştirilmesi için kaldırılıp buralara yerleştirilmiş bir sülalenin fertleri değil miyiz?” “Bu dağları, bu toprakları yurt bellememizin, edinmemizin bir bedeli var; şimdi bunu ödememizin zamanıdır; kaçmak bize yakışmaz, soyumuzun sopumuzun şanına uymaz… Biz Ortaasya’dan kalkıp Hazer’in güneyinden Anadolu’ya gelmiş, Maraş’ı yurt edinmiş, sonra burada vazifelendirilmiş bir sülale olalım da… ” Dedem, boynu bükük dinlemektedir. Yan gözle nineme bakmaktadır. Babam ve amcam, bir şeyin farkında değil, aşananın köşesinde bağdaş kurmuş üçtaş oynamaktadır. Arada bir babalarına bakmakta, göz göze gelmek için fırsat kollamaktadır. “Baba gitme” demek için… Ninemin yüreği de “gitme” demektedir. Ancak, babası “aile, torunlar, sülale ve canı için” korkmaktadır. Kararsızdır.
-Alâettin Ağabey, bu duygulu, dramatik anlatımınızı bölüyorum; ama, sen böyle bir durumda ne karar verirdin, sormadan edemiyorum.
-Sevgili Korkut, en kolay şey, sonucunu bildiğimiz bir konuda karar vermektir. Tarihi bugünden bakarak yazmak da bir yöntemdir; ancak “tarih yapmış bir komutanın” sözüne de bakmalıyız…
-“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” dedi o tarih yapan Komutan Mustafa Kemal. Buna işaret etmek istiyorsun, “tarih yazılırken, belgelenirken gerçeklere mutlaka sadık kalınmalıdır” diyorsun. Tamam, o günkü koşulları dikkate almadan, üç kardeşin Erzurum’a doğru yola çıkarılmasının ne gibi sonuçlara yol açacağını bilmeyen yakınlarının kararlarını sorgulayamayız…
-Tabii sorgulayamayız. Zaten, dedemle birlikte Hacevera’ya aileleriyle helalleşmeye gelen pek çok kişinin ertesi gün Maçka’dan geçen orduya katılmamasını da sorgulamıyorum. Sonuç bilinerek karar vermek kolay. Zor olan o durumda mantıklı ve karar merciinin çıkarını, görüşünü yansıtan bir karar vermektir.
-Büyük deden, ne karar verdi?
-Önce yıllar yılı ninemin, sonraları babamın anlattığına göre, büyük dedem “ben bakayım köy ne durumda” deyip evden çıkmış. Belli ki, öteki asker ailelerin ne karar vereceğini öğrenecek. Hacevera Köyü’nün ortasında bir çeşme, yanında da bir ulu ceviz ağacı var; köylü orada toplanıyor önemli kararlar verileceğinde.
-Maçka’nın eski adının Cevizlik olmasının bu ağaçlarla bir ilgisi var mı?
-Tabii. O dönemde bölgede pek çok ceviz ağacı var; İtalya’ya bile ihraç edildiği bilinir. Maçka’nın bu nedenle eski adı Cevizlik’tir. Uzatmayalım, Hacevera Köyü’nün çeşme başında toplanan asker aileleri kesin bir karar veremez. “Kaçsınlar” diyen de var, ”kaçmasınlar, kötü olur” diyen de… Büyük dedem eve yine kararsız döner. Geç olmuştur. Yatma zamanıdır. Evin iki odası vardır; babam ve amcam tutturur, “agamla –o zamanlar babaya aga denirdi- yatacağım.” Büyükler araya girer, babamı ve amcamı kollarından çekiştirir, bir odaya alırlar; kolu komşu evlerine dağılır; ailenin öteki bireyleri bir odaya, dedem ve ninem bir odaya çekilir… Uyku zamanıdır… Kimse sabahın olmasını istemez.
-Ama sabah olur, değil mi Ağabey.
-Evet, şair de öyle söyler: “Sabah olur cümle alem uyanır- Yollar çoğul çoğul eyler sabahtan- Şu çifte kantara neler dayanır- Boz deve yuları teller sabahtan.” Bizimkilerin de sabahı olmuştur; “bülbülü gülden ayırmanın”, babasız “körpe kuzuların”, “peteğin içinde vızılayan arıların, oğuldan alınan balların sabahı”dır bu, Pir Sultan’ın dediği gibi.
-Ağabey, ağlatma beni…
-Babaannem, o köydeki evimizin, o yayladaki keliflerimizin otoritesi Karamanlı Hanım, binlerce kez anlattığında ben ağladım her seferinde, sen bir kez ağlasan beni seven bir kardeş olarak, çok mu? Babam, Maçka’nın en ünlü, yetenekli, efendi yapı ustası Karamanlı Baki, ısrar ettiğimde anlattı Sarıkamış’a doğru giden ve “imi timi bellisiz olan” babasını…Ve iki amcasını… Tuttum kendimi, ağlamadım… Ağlasaydım, babam 8 yaşından 105 yaşına kadar yaşadığı acıyı, hüznü, babasızlığı omuzlarıma yıkardı; dayanamazdım, katlanamazdım, taşıyamazdım… Babam bana güvenirdi çünkü… “İlk sen uçtun kendi kanatlarınla, ilk sen karşı durdun kadere, ilk sen ‘ben iz bırakacağım toplumda’ dedin, dediğini yaptın, yapmaktasın” derdi. İtiraf ediyorum; ben sulu gözlü bir adamım; ağlamam için bir türkünün ezgisi, bir olayın dizgisi, bir sevginin üzgüsü yeter…
-Ürettiğin deyimlere de hayranım.
-Hayran ol, hoşuma gider de, konunun ipini kaçırdık, farkında mısın?
-Hayır, ipini kaçırmadık; dramatik bir durumu yumuşatmaya çalışıyorum bilerek.
-Yani, sonucu bilinmeden çıkılan Sarıkamış yolculuğunun sabahına dönelim diyorsun. Ah, öyle bir sabah yaşanmamış olaydı… Ah, ninem, babam, komşu büyükler bana, hele de bana, duygusal, gözyaşı kirpiğinin ucunda; yüreği yaşadıkları kadar duyduklarının da, gördüklerinin de, aktarıldıkların da etkisine açık; duyarlı, şiirin deresinden “doğrudan denize akmış”; ama ulaşamamış bir ozana bu sabah anlatılmamış olaydı…
- Bir dakika Ağabey, itirazım var; “şiirin deresinden doğrudan denize akmış; ama ulaşamamış” sözüne itirazım var. Edebiyat ansiklopedileri adına buna itiraz ediyorum: En azından beş ciddi ansiklopedide “şair” diye yer alıyorsun; ama “denize varamamış” diye kendine haksızlık ediyorsun….
- Yapı Kredi Yayınları’nın yayımladığı Tanzimattan Günümüze Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nde, Atatürk Kültür Merkezi’nin hazırladığı Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi’nde, İhsan Işık’ın kaleme aldığı Türk Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi’nde, Günümüz Türkiyesinde Kim Kimdir (Who’s Who In Turkey)’de, Murat Yüksel’in hazırladığı 4 ciltlik Geçmişten Günümüze Trabzon Şairleri, Mehmet Akif Bal’ın kaleme aldığı Trabzonlu Ünlü Simalar ve Trabzon’un Ünlü Aileleri kitaplarında Trabzon Belediyesi’nin Atapark’a yerleştirdiği Trabzon Kültürüne Hizmet Edenler büyük panosunda ve daha birçok yerde “şair” diye anılırım; doğrudur; sağ olsunlar. 18-20 yaşında yazdıklarımla beni “şair” unvanına layık görmüşler… Ben, TRT programlarımın alt yapısı nedeniyle bu nitelemeyi kullandıklarını düşünüyorum. Ancak, şiiri reddetmiyorum; şiir yaşamın her alanında var, bilene, bulana… Neyse konumuz bu değil. Nerede kalmıştık?
- Deden Kâmil’in Hacevera, dedenin kardeşlerinin Mağura köylerinden Sarıkamış’a doğru yola çıkış sabahında…
- Evet, ah o sabah yaşanmamış olaydı, dedim. Ninem, düz, yalın sözcüklerle anlatırdı o sabahın acısını; ama babam Maçka’nın birçok evinde tavanlara, birçok camisinde kubbelere nakışladığı yapı ustalığının inceliklerine dayandırırdı anlatımını : “Bütün gece sabah olmasın diye dua ettim. Hatta bir ara, bizim ve komşuların kümeslerindeki horozları toplayıp Argo’nun taşına götürmeyi bile düşündüm.
- Argo’nun taşı köye uzak bir yer mi?
- Dedemin evi köyün doğusunda, Argo’nun taşı batısında. Uzak. Babam anlatıyor: ‘Ama sabah oldu. En erken ben uyandım; uyandım diyorum; ama zaten uyumamıştım ki… Dedem, ‘yat uşağum, daha var’ dedi; ama ben dedemin koynundan sıyrıldım, odanın kapısını gıcırtmadan açtım, evin karağını da –büyük kapı kilidine öyle denir- kaldırdın, dışarı çıktım. Karşıdaki kayalığa –Kale’ye- baktım; güneş daha doğmamış… ‘Oh dedim, sabah olmamış.’ Eve girdim. Agamın anamla yattığı odanın kapısına yaklaştım… ‘Ah’ dedim, ‘ah, agamın koynuna girsem şimdi, anam tekmelese beni ‘nerden çiktun sen, git uşağum’ dese, ‘Allahın belası’ diye kızsa, ‘ana ben agamın kokusunu bir duysam’ desem; kapıyı açamadım, sonra çok pişman oldum; keşke açsaydım; nerden bilecektim, o anın agamın kokusunu duyabilmemin son fırsat olduğunu.”
- Alâettin Ağabey, rahmetli Baki babanın bunları anlatırken senin ağlamadığına inanmıyorum. Ben ki, bir televizyon yönetmeninin aktardığı olayın etkisine kapılmaması gerektiğine inanan bir yapımcıyım ve ben ki, gözyaşlarımı sana göstermeden silmeye çalışıyorum…
- Korkut arkadaş, gözyaşları her zaman dışarı akmaz, içeri de aktığı olur…
- Haklısın. 50 yıllık gazeteci olduğunu unuttum.
- Babam, bunları bana ben 10 yaşındayken anlatmaya başladı, elimde 50 kez kayıt edilmiş ses bantları var; dinlediğimde ağlarım; ama babam anlattığında ağlamadım; bir Sarıkamış yetiminin etkimde kalmasını istemedim; o da anlatırken ağlamazdı; gururla bakardı gözlerime; anlardım onu; “şehit evladı olmanın bir ayrıcalık olduğunu” duyumsatırdı bana, bunun “onurla taşınacak bir madalya olduğunu” içselleştirmemi isterdi.
- “O sabaha” dönelim mi?
- Dönelim. Babam “sabah olmadı” diye sevinirken, köyün horozları birden ötmeye başlamış. “Allah sizin belanızı versin” diyecekken, dedesi odanın kapısını açmış; “sen neden böyle erken kalktın uşağum” demiş. Babamın gözleri istemeden babasının oda kapısına kaymış. Dede anlamış: “Gel bir çorba kaynatalum.” Babam, ocağı mı yaksa, yoksa çorbalık malzeme mi bulsa, arasında ikirciklenmiş. Dedesi, kileri işaret etmiş. ‘Dedemin herhalde bir bildiği var’ diyerek, yiyecek bir şeyler bulmak umuduyla kilere yönelmiş babam. Giderken biliyormuş, kilerde bir şey yok. Yine de açmış kapağını kilerin: “Burda misir koçani uni var dede.” “Hiç yağ yok mi?” “Biraz var dede.” “Oni da getur.” Getirmiş.
- Dur ağabey, mısırkoçanıunu da ne oluyor?
- Savaş yılları. Kıtlık var. Köylünün elinde mısır, buğday, arpa kalmamış. Mısır koçanlarını değirmende öğütüp un yapmışlar; çoluğu çocuğu açlıktan kurtarmak için… Öyle yoksulluk var.
Dedem, babam ateşi yakmışlar. Tencereyi üstüne koymuşlar. Dede-torun mısırkoçanıunundan çorba yapmışlar. Derken, bir kapı gıcırtısı; “Bu ne güzel koku. Çorba mı yaptınız?” Önden dedem, arkasından ninem başbaşa bir gece geçirdikleri odadan çıkmışlar. İkisi de babamın şaşkın bakışları arasında başını okşamışlar, büyük dedeye göstermeden, sonra da ellerini ocağa uzatarak ısıtmaya durmuşlar….. Babam gitmiş, başını dedemin dizine dayamış. Dedem usulca itmiş babamın başını. O zamanlar, oğullar-kızlar, büyüklerinin yanında evlatlarına, eşlerine sevgi gösteremezdi; büyüklere saygısızlık olurdu… Büyük dedem, Karamanlı Hüseyin sofrayı kurmak için raftan tas olmaya çalışıyor; ninem ocakta ısıttığı ellerini -olur a- babamın başına uzanır diye, göğsünün üzerinde kavuşturmuş, koynuna hapsetmiş…
Sofra ortaya kuruldu, fındık dalından örülmüş iskemleler dizildi, mısırkoçanıunundan yapılmış çorba kaşıklanmaya başlandı… Kimsenin ağzını bıçak açmıyor… Açsa, hüngür… Biliyor her biri… Suskunluk sürüyor… Çorba bitiyor; “Elhamdülillah… Allah’a şükür…”
Dedem, bir nineme, bir babasına bakıyor; aralarında duran “vovoç başlı” oğullarına da… Yutkunuyor… yutkunuyor… Bir şey söyleyecek; sesi çıkmıyor… Sanki ağzında dili kaybolmuş… “Aga” diyor; sesini beyninde kendi duyuyor; bakıyor başka kimse duymamış… Bir daha deniyor; “Aga, bak ne diyeceğim.” Duyuldu mu, acaba? Herkes önüne bakıyor, duymamışlar… Ne kadar zaman geçti, bellisiz… Dedem, sönmeye yüz tutmuş ocağa odun getirme bahanesiyle evden çıkar… Bir ürperti duyumsar. O zaman yatak kıyafetleriyle olduğunu farkeder; utanır önce… Sonra, anımsar; “asker kıyafetlerinden başka bir şeyi” yoktur… Onları sırtına geçirirse yeniden, duramaz buralarda, gider. Korkuyla köyün karşısından, yarların üstünden geçen yola bakar…Boş… “Ordu ordan geçecek… Bir koşu gitsem Cevizlik’te değilse de, Çatak’ta yetişirim…” Tam, az ötedeki Fehmilerin evine bakıp “acaba onlar ne karar verdiler, kaçılacak mı, gidilecek mi?” diye düşünürken, eline sıcak bir şey değer; bakar, babamın başı…bakar öteki elinin altında amcamınki… Omuzunun üstünden geriye doğru bakar, gören yok; kocaman elleriyle iki oğlunun başını okşar, okşar… Bir daha okşar, nasırlı ellerini yüzlerinde dolaştırır; gözleri dolar, ama tutar kendini, koluna siler kemiği sızlayan burnunu önce, ardından gözlerini de…
-Alâettin Ağabey, ben dinleyemeyeceğim, izninle kalkıyorum…
-Sen kalk Korkut; ama ben bunu bu masaya, bu sandalyelere, bu ağaçlara, bu göğü tırmalayan evlere, bu bulutlu göğe anlatacağım… Ben ‘o sabahı’ 50 yıldır örüyorum beynimde; saklıyorum eynimde, ısıtıyorum koynumda… Şimdi anlatmazsam, suyun taşı, suyun ağacı çürütmesi gibi çürüyecek içimde…
- Ben az sonra gelirim…
- Git Korkut… Dedemin içinden yükselen sesi duyma; “Gitme Kâmil. Bu gidişin dönüşü olmaz; gitme Kâmil… Bu koçları -oğullarının başındadır hâlâ eli – nereye bırakacaksın; anaları ne olacak; genç yaşında… Gitme!”
Dedem, karşıdaki Kale’nin üstünden; aslında kale falan değildi, Mağura Köyü’ne doğru yükselen yamaçtaki kayanın büyük mağarasının önüne yapılmış duvardan ibaretti, ancak Kale diye anılırdı; Kale’nin üstünden bir boyunduruk (tarlaya, harmana koşulan inek ya da öküzleri birbirine bağlayan iki metrelik ağaçtan yapılmış karasaban veya harman tahtası gereci) kadar yükselmiştir. Elini gözlerine siper yaparak uzun uzun bakar karşı yola. Hareket yok. İyi… Yukarı yamaçta Kazaklıların bacası tütüyordu; koyuncu Rahmi’nin de…
“Acaba… acaba?” “Kaçmak düşüncesini” kafasından atmak ister gibi başını iki yana sallar.
Karşı yamaç baktı uzun uzun. Mağura’nın eteklerine. İki kardeşi de onun gibi askerdi ve –ordu Sarıkamış’a doğru yürümeden helallık alması için- evlerine gönderilmişti. Akşamdan beri bir haber çıkmamıştı kardeşlerinden. “Acaba kalıcılar mı, yoksa askere dönücüler mi?” Üç kardeş. Yakın yaşlarda. Üçü de ev-park sahibi. Üçü de asker. Üçünün de yazgısı pamuk ipliğine bağlı. Ya kaçacaklar, Sarıkamış’a doğru giden orduya katılmayacaklar ya da gidip dövüşecekler, savaşacaklar. Giderlerse geride kalan aileleri ne olacak, tarlaya tabana kim koşacak, çoluğu çocuğu kim neyle büyütecek. Gitmezlerse, asker kaçağı olacaklar, bir ömür öyle geçecek, hep tedirgin, hep kaçak, hep ürkek, hep kasabadan uzak, hep köyde, dağda, koyakta, kovukta…
Karşı yamaçta hiçbir hareketlilik yok.
Yarlar’ın üstünden geçen yol da boş.
Baki oğlu, ayaklarında nalınları elleri yumuk yumuk; üşüyordu; Emrullah oğlu, ellerini yırtık pırtık pantolon cebinde ısıtıyordu. İkisi de olabildiğince açmış, sorgulayan gözlerle yüzüne bakıyordu… “Geçin içeri, üşüyeceksiniz.” Çocuklar omuz silker… “Şurdan odun alın, ocağa götürün, ananız üşüyecek.” Çocuklar yine omuz silker. “Hadi ama…” İsteksiz isteksiz istifeye (odunların düzgünce yığıldıkları yere denir) yönelirler, ağaç köklerinden, fındık dallarından oluşan birkaç çalı-çırpı alıp içeri götürmeleri ve çıkmaları bir olur. “Aga” der küçük oğul Emrullah; “dedem seni sorayi.” Köye doğru bir daha bakar… Hiçbir yerde hareket yok… Karşı yola bakar… Orada da. “İyi…”
-Geldim Ağabey. Seni senle başbaşa bırakmaya gönlüm razı olmadı.
- Sevgili Korkut, ben kendimle başbaşa kalmaktan korkmam; başbaşa kalabileceğim kendimi bile bulamamaktan korkarım…
- Kitabın tam da ortasından konuştun Ağabey. Bak nereye geldik; Reo yangınından sakat sol bacağa, ordan da “O sabaha”… Sen çok kalabalık bir insansın…
- Beynim de, içim de yalnızca bana ait değil… Ne düşüncelerim salt benim, ne içimdeki sesler… 70’ine merdiven dayayan herkes gibi biraz kalabalığım… Belki bir fark; biraz daha yoğun yaşadım; biraz daha duyarlı… O kadar. Ne demiş bilge: “Suyun başında yeterince duranlar, önlerinden çok cesetlerin geçtiğini görür.” Yaşadık, gördük; yaşayanları dinledik; içselleştirdik; paylaştık. Hepsi bu… Şu anda da yaptığımız bu; bir kuşağın yaşadığını, aktardığını paylaşıyoruz…
- Bir kahve içelim mi? “Mısırkoçanıçorbası”nın üstüne iyi gitmez mi?
- “Yemen’den gelen” kahve mi istersin “Amerika’dan gelen” mi?
- Az şekerli “Türk kahvesi” olsun.
- Olsun da, o da öbürü de bizim değil… Bakma “Türk kahvesi” diye ünlendiğine… Biz kahve üretiyor muyuz ki?
- Tarihten ekonomiye geçiyoruz: “O sabah”a dönelim.
- Sanki “o sabah” ekonominin yarattığı tarih değilmiş gibi, öyle mi? Değildir, biliyorsun. “O sabah” dedem, uzun uzun karşı yola bakar; yol boştur; “ordu yürüyüşe geçmemiştir; iyi…” Sonra başını kaldırır biraz, Urul Dağı’na bakar, başı dumanların arasında kaybolmuştur; Karakaban’a doğru bakar, o da aynı. Arkada Ziganalar görünmektedir; karlı tepeleriyle… Mağura’ya doğru başını çevirmesiyle yüreğinde bir yangını hissetmesi bir olur: iki kardeşi de oradan gelecektir. “Acaba ne karar verdiler, kaçarlar mı askerden? Kaçmazlar, kaçmazlar. Kaçmakla kurtulamayız ki!” Ardındaki Kamaha’ya doğru çevirir gözlerini… “Ah dağlar, saklar mısınız beni kaçsam” der gibidir: “Ah ormanlar, ah yaylalar, kaçsam beni korur musunuz; evlatlarımı, karımı, babamı, anamı… kardeşlerimi.” “Bacası tüten bir ev olur musunuz bize dağlar; yoksa size de uzanır mı kolu Osmanlı’nın… Siz de korkar mısınız bize kol kanat germekten… Ses verin dağlar; ey ulu dağlar; Kâmil ne yapsın… Kâmil ne yapsın? Nere gitsin; ne etsin Kâmil?” Dedem, dağlardan bir işaret alamaz; omuzları titremektedir, oğullarının başını okşayan elleri… Üşümüştür. Çocuklar üşümeyi umursamamaktadır; yeter ki babalarının elleri başlarından eksik olmasın… Okşasın, okşasın… “Hadi uşaklar, içeri girelum.” Amcam yeniden anımsattı: “Aga, dedem seni sordi.” “Peki, içeri girelum.”
Eve girdiler; dedem önde, çocuklar arkada. Karamanlı Hüseyin oğlunun yüzüne baktı; kararsızlığını anladı; oturmasını bekledi. Kendisi ayakta… “Bak uşağum, sen şimdi aklundan geçuruyisun ki, gitmeyeyim, kaçayim. Ama olmaz. Dedum sana; yakarlar evumuzi, yersuz yuvasız ederler bizi. İmi timi bellisuz ederler. Osmanlı’nın eli uzun, dedum sana.” “Aga, kaçsam, bu dağlar beni saklamaz mı?” “Seni saklar uşağum, bu çoluğu çocuğu saklamaz; seni aramaz Osmanlı, bizi bulur koyduğu yerde…” “Peki, aga, arkadaşlarum hep gitmeyelum, dediler; ha bir eksik, ha bir fazla..” “O öyle değil; her koyun kendi bacağından… Onların arkasi kavi; onlara gelen candarma, kolci geldiği gibi geri döner; bize gelen can alır da öyle döner; canımızdan başka bir şeyumuz yok ki…” Uzun uzun konuştular… Bir Karamanlı söyledi, bir dedem. Ninem içinden dualar okuyor; ama söze karışmıyor-karışamıyor… Akşam, yatakta söyledi söyleyeceğini; “gitme Kâmil.” Kâmil çaresiz; kararsız… Saatler geçti belki… Kâmil dedemin kulağı kirişte, dışardaki sessizlikte. Bir ara, köyden, yakındaki evden bir ses duydu gibi; “Gitmeyeceğum işte, gitmeyeceğum.”
Umutlandı biraz. Babasına baktı; Karamanlı Hüseyin oralı değil. “Gidilecek; yuvamuzi söndürürler.”
Derken, babam –ne zaman çıktı dışarı da baktı?- kapıdan sessizce girdi; sesi titreyerek “asker geçeyi” dedi.
Evin ortasına bomba düştü birden. Ocağın üstündeki su kazanının zinciri koptu; ocak söndü birden… Ninemin gözlerinde alevler yandı, yıldırımlar çaktı, yıldızları döküldü yüzünün, birden…Babamın sesi kurudu ağzında, amcam zaten sessizliğinde boğulmuştu… Karamanlı Hüseyin başını çatıya çevirdi, peçadan (çatıdan duman çıksın, aydınlık girsin diye bırakılan bir hartama boyundaki boşluk) gökyüzü görünüyordu; gözyaşlarını içine akıttı; dua mı etti, beddua mı bellisizdi; ellerini açtı; “Allah devletumuze, milletumuze, evlatumuze zeval vermesun.” dedi. Sakalını sıvazladı. Karar belliydi.
Babam bunları hep böyle anlatmıştır; ninem de öyle.
Babamın anlattığına göre; Kâmil dedem, elindeki dal parçasıyla, ocağın külünü biraz daha karıştırdı, karıştırdı, karıştırdı; sonra dalı ocağa attı, ayağa kalktı; “Gideyim” dedi. “Acaba kardeşlerim de gidecek mi?” Karamanlı Hüseyin’in sesi belli belirsiz duyuldu: “Herkesin kararı kendine. Benimki üçünüze; gidin.”
Ninem, bacakları birbirine dolanarak gitti, ipte kuruyan asker elbiselerini getirdi; dedem, yatak kıyafetlerinin üstüne önce pantolonunu, sonra ceketini giydi; çoraplarını, eski püskü postallarını geçirdi ayaklarına; palaskasına kılıfındaki süngüsünü, matarasını taktı, kuşandı; eli matarasına gitti; çıkardı, babama verdi; babam anladı, koşturdu su doldurdu, getirdi; bir işe yaramanın, babasına bir şey vermenin mutluluğuyla gidecek olmanın hüznü gözlerinde birbirine karıştı… Dedem, son bir cesaretle, bütün geleneksel saygıyı bir yana bırakarak önce nineme sarıldı, bir şimşek çakması kadar durdular öyle; bir yüzyıl kadar geldi babama; sonra önce babamı kucakladı, sol koluna aldı, sonra amcamı sağ koluna kaldırdı; dimdik, gururlu, kapıya yürüdü. Ninem koştu, kapalı kapıya sırtını dayadı, öyle durdu. Karamanlı Hüseyin’in sesi duyuldu tarabalarda. Taraba ahşap bölmelere diyoruz. “Hanım, çekil kapıdan.” Hanım ninem kapıdan çekildi. Dedem kollarında babam ve amcam, eliyle karağı (demirden kapı kapama gereci) buldu; kapı açıldı; başını eğdi, dışarı çıktı. Karşıya baktı; karşı yamaçtaki “yarlar”ın ordan asker yürüyordu; askerin ardı görünmüyordu; Mataracı Köyü’nün bütün yol boyu tüfek ve süngü ışıltıları içindeydi.
Babamı ve amcamı yavaşça yere bıraktı; döndü, kapının eşiğinde yan yana duran anasının ve babasının elini öptü. “Allah gazanı mübarek eylesin… Güle güle git oğlum, güle güle gel inşallah.” Dualarını aldı. Herkesin gözleri yaş içindeydi. Ama “gevşemenin zamanı değildi.” Dedem, Hanım ninemin elinde yanlamasına tuttuğu tüfeğine uzandı, elleri birbirine değdi; ateşe değmiş gibi acele tüfeğe yapıştı dedem, aldı, sert bir hareketle sol koluna geçirdi, omuzuna astı.
Bir kez daha önce karşı yamaca baktı, sonra karşı yarlara. Sonra, sert bir hareketle ve topuklarını birbirine vurarak Karamanlı Hüseyin büyük dedemin, büyük ninemin, ninemin karşısında durdu; asker selamı verdi.
Aynı sert hareketle döndü ve koşmaya başladı.
Tam o sıra karşı yamaçtan kardeşlerinin de fundalıkların arasından yuvarlanır gibi indiklerini gördü, içine hem sevinç, hem hüzün doldu. Tüfeklerinin ucu sabah güneşinde parıltıyordu.
Tam o sıra karşı yamaçtan kardeşlerinin de fundalıkların arasından yuvarlanır gibi indiklerini gördü, içine hem sevinç, hem hüzün doldu. Tüfeklerinde süngüleri öğle güneşinde parıltıyordu.
Çocuk çığlıklarını duydu birden; duraladı. Omuz başından geriye doğru baktı: Emrullah’ı iki kolundan tutarak ancak zaptediyordu kayınbabası. Baki anasının beline sarılmış avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Bir şey yap ana…”
Gözyaşının sesi var mıdır Korkut? Vardır.
Çocuk çığlıkları arasında geride bıraktıklarının gözlerinden süzülen yaşlar, kalbine gök gürültüsü gibi ulaşıyordu sanki. Burun kemiği sızladı. Yazlık asker giysisinin yeniyle kuruladı gözlerini. Döndü Mağura’ya doğru baktı. Kardeşleri Kâzım ve Mehmet’in çocuklarının da yamacın başından sel gibi dökülüyordu çığlıkları bayır aşağı… Karaltılarından dövündükleri belliydi… Kardeşleri Kâzım ve Mehmet, Yarlar’ın eteğinden geçen Değirmendere’ye varmıştı bu sıra. Yarlar’dan askerin geçişi sürüyordu…
Dedemin evinin önü tarlaydı. Tarla yeni sürülmüştü. Toprak tümsek tümsekti. Biz onlara volar deriz. Dedem, sol kolunda asılı tüfeği, tümseklerin üstünden atlaya atlaya karşı yarlara doğru koşturuyordu. Tüfeği öğle güneşinin altında parlıyordu. Dedem tarlada volarları atlaya atlaya koşturuyordu. Matarası, belindeki matarası tümsekleri aşarken dedem, kalçasına vuruyordu. Dedem koşuyordu, matarası kıçına, kalçasına vuruyordu.. Matarası kalçasına vuruyordu. Matarası… Matara…Mata…Mat…
Dedem, tarlanın sonunda gözden kayboldu. Babamın gözlerinde kalçasına değen matarası kaldı. Böyle anlatırdı babam, 105 yaşında öldüğüne kadar…
-Öfff, öf ki öf.
-Şimdi omuzuna ihtiyacım var…
Yaklaştım Alâettin Ağabeye, başını omuzuma dayadı. Babasından, ninesinden dinlediği “o sabah” için hüngür hüngür ağladı. Bir torunun, tam tamına 100 yıl sonra, dedesinin ve iki büyükamcasının ardından gözyaşı dökmesindeki duyarlılığı, sevgiyi-saygıyı da anlamış, gururu da iliklerimde hissetmiştim. Elimi -haddim olmayarak- Alâettin Ağabeyin seyrekleşmiş saçlarında gezdirdim, bir süre sessiz kaldık; öylece…
Yitik Umutların Gece Bekçisi Alâettin Bahçekapılı, Korkut Akın’ın nehir söyleşisi, 1. Cilt, BRT Yay, Haziran 2019. S: 78-91
Comments