top of page
  • Yazarın fotoğrafıHaberciGazete

A.Bahçekapılı yazdı: Romanlarımız ve öykülerimizde deprem


Alâettin BAHÇEKAPILI'nın yazısı...


GENEL

Milyarlarca yıl yaşındaki evrende, yine en azından 4,5 milyar yıl yaşındaki dünyada, şunun şurasında birkaç milyon yıldan beri yaşayan insan denen varlık, yaşadığı ortamla sürekli etkileşim içindedir. Kimi zaman olumlu, kimi zaman olumsuz seyreden bu etkileşimin sonuçları da ona göre olur/oluyor. Çoğu doğa ile barışık yaşayamamaktan kaynaklanan sonuçlar bunlar: Kuraklık, susuzluk, kıtlık, göç, yangınlar, seller, toprakkaymaları, yersarsıntılarında büyük yıkıntılar.

Doğanın kendi içinde değişim ve dönüşümü, insan ve öteki canlıların doğa ile etkileşiminden doğan sonuçlar ancak bin yıllarla dile getirilebilecek bir zaman kesitinde önce sözlü, sonra yazılı kaynaklarla ulaştı günümüze. Bu kaynaklar tarih, arkeoloji ve edebiyat olarak sınıflandırılıyor bugün.

Kimi zaman iç içe geçerek işlev gören bu disiplinler, çoğunlukla insanoğlunun yaşadığı süreçleri, yarattığı uygarlıkları aktarır dünden bugüne. En çok da edebiyat etkin rol oynar bu aktarımda. Önceleri dilden dile aktarılan Türeyiş Destanı, Göç Destanı, Gılgamış ve Elektra gibi toplumsal söylemler, tarihin en eski dönemlerine ışık tutarken, ardından gelen yazıya dayalı destan, nesir, şiir gibi yazınsal türler hem tarihin gereksinim duyduğu verileri, hem de yazınsal nitelikleri aracılığıyla uygarlıklar, kuşaklar arası aktarımları karşılar. Bu veriler, ister tarihi olayların insan belleğinde gerçekliği yaratsın, ister aktardığı olayın zaman dilimindeki toplumsal yapının geleceğe aktarımını sağlasın, bilgi ve bilinç aşılar niteliği kalıcı oluşlarını sağlar.

O nedenledir ki, bugün, yazının ortaya çıkmasından önceki dönemlerden gelen Dede Korkut hikâyelerinden o zamanki toplumsal yapı hakkında bilgi edinirken, Homeros’un İlyada’sından da Truva Savaşları bağlamında dönemin gerçeklerine yolculuk yapıyoruz.

Mevlana'nın "Dünya ahvalini kıtlık ve bolluktan, cenk ve sulhtan ve bir sürü mihnet ve meşakkatten ibaret bil" dizeleri döneminin toplumsal içerikli sorunlarını irdelerken “Bize sahici insanların içini, dışını, kavgalarını, ihtiraslarını anlatan bir edebiyat lâzım.” diyen Nâzım, işte tam da bu görüşle yazar Erzincan depreminin ardından “Kara Haber” şiirini. Tam da bu görüşün yaratılarını okuruz düz yazılarında, şiirlerinde.

Dememiz o ki, “Büyük yazarlar her zaman insanı, insanları etkileyen olayları, hayatın gerçeklerini anlatmışlardır.” Livaneli böyle der. Bu, toplumsal olaylarda da böyledir, doğasal olaylarda da…

Doğa ile etkileşim içinde olan insanoğlunu yaratılarına konu edinen yazarlar/şairler, doğasal olayların kimi zaman “felakete” dönüşmesini de aktarırlar yapıtlarına. Bu yaratılar arasında volkan patlamaları, yersarsıntıları, seller, toprakkaymaları, deniztaşmaları, kent yangınları, kuraklıkları, kıtlıkları, madenlerde doğasal nedenlere dayalı patlamaları, çökmeleri konu edinenler çoğunluktadır.

Bu yazıda, bu genel girişten sonra, Kıyı dergisinin 317. sayısında, ATARDAMAR’daki işbölümümüz nedeniyle dünya ve ülkemiz yazının roman, öykü ve oyun türlerindeki yapıtlarında doğal felaketlerin yansıyış tarz ve içeriklerine değinmeye çalışacağım.

Dinsel kayıtlardan doğasal gerçeklere…

Doğal felaketlerin günümüze ulaşan kayıtlarını, önceleri dinsel yapıtlarda görürüz: Nuh Tufanı gibi… Tevrat’ta, Kur’an’da… Kıtlıkla, bollukla, felaketlerle, “musibetlerle” ilgili dinsel yapıtlarda karşılaşılanlar “mükâfatlandırma-cezalandırma” ikilemine bağlanırken, “mistik öğeler taşıyan edebi eserlerde” Tanrıya yakarış biçimine dönüşür aktarımlar.(1)

Toplumsal yaşayış biçiminden yola çıkarak doğasal olayların dinsel gerekçelere bağlanmasına pek çok örnek gösterilmektedir: Sodom ve Gomore gibi… Pompei gibi.


Vezüv’ün aldığı can: Plinius

Bugünkü İtalya çizmesinde MÖ 8. Yüzyılda kurulan Pompei’nin Vezüv yanardağının lavları ve külleri altında yokolmasının (MS 79) anlatılışını Yaşlı Plinus (MS 13 -79) (Pliny the Elder)’un 37 kitaptan oluşan Doğa Tarihi yapıtında buluruz: Kentin yokoluşuna tanıklık etmiştir Plinus.

“Patlamayı Napoli Körfezi’nin karşısından izleyen Pliny, daha önce hiç görmemiş olduğu bu büyük ve farklı görünüme sahip bulutu, bir tür gövde üzerinde çok yükseklere çıkan ve sonra dallara ayrılan bir çam ağacına benzetti. Günümüzde jeologlar bu tür volkanik patlamaları ‘Plinean patlaması’ olarak adlandırıyorlar.

Soğudukça, bu moloz kulesi yeryüzüne önce ince taneli kül, sonra hafif pomza ve diğer kaya parçaları olarak yağdı. Yazar ve görgü tanığı Pliny, gördüğü bu olay karşısında çok korktuğunu ve Dünya’nın yok olacağını düşündüğünü söylüyor. Ama yine de çoğu Pompei’linin kaçmak için bolca zamanı olduğunu da belirtiyor.” (2)

Yazar Pliny’in kitabında olmasa bile, tarihsel kayıtlarda Vezüv’ün külleri altında 2 bin Pompei’linin, çevre kentlerde 16 bin insanın yok olduğunu okuyabiliyoruz bugün. Ve İtalya’nın en çok turist çeken yeri olarak bu doğal felakette “taşlaşmış” insanları, bu müzekentte izleyebiliyoruz.



(Fotoğraf: Alâettin Bahçekapılı-2015)

Bir başka yanardağ patlamasının yok ettiği uygarlığın kalıntılarını bugün, Yunanistan’ın Santorini Adası’nda görüyoruz. Ege Denizi'nde, Yunanistan'ın 200 km güney doğusunda yer alan volkanik adalar grubudur Santorini. Bugün turistik çekim alanı olan adada, MÖ 1650 - 1450 yılları arasında püskürmeye başlayan volkan, kısa sürede çökerek adanın 73 km2’lik bir alanının deniz altında kalmasına yol açtı. Bu, tarihte bilinen en büyük volkanik etkinliklerden biridir, Doğu Akdeniz'de çok büyük yıkıcı etkiler yaratan doğa olaylarına neden olmuştur. Bilinen en büyük yıkım Girit'te gerçekleşmiş, merkezi bu adada olan Minos uygarlığı üzerinde büyük tahribat yapmıştır. Santorini’nin büyük bölümünün su altında kalmasına ve Minos uygarlığının çökmesine neden olan yanardağ en son 1939-41 ve 1950’de patlamıştır. (3)



(Santorini müzesinden, Foto: A.Bahçekapılı, 2014)

DOĞAL FELAKETLERİN YAZIN DÜNYASINDAKİ İZLERİ…

İnsanlık tarihi kadar eskidir doğal felaketlerin yazın ve sanat ürünlerine yansıyışı. “Gılgamış’tan, Manas’tan, Homeros’tan bu yana akıp gelen ve içinde Dante’lerin, Cervantes’lerin, Shakespeare’lerin, Yunus Emre’lerin yıkandığı ulu nehir”in ürünlerinde, hatta hatta Emile Zola’ların Steinberk’lerin, günümüzde John Fante’lerin, Haruki Murakami’lerin yapıtlarında görürüz bu “felaketlerin” izlerini, yansımalarını: Romanlar, öyküler, şiirler, oyunlar, türküler, filmler olarak. Sanatçıların gerçek yaşama dayandığı denli hayalgücünden de kaynaklanan verimlerde…

Bizim yazınımıza baktığımızda, çok da varsıl sayılamayacak bir birikimle karşılaşırız: Tevfik Fikret, 1894 İstanbul, 1898 Balıkesir depremleri için şiirler yazmış. Nâzım Hikmet 1938 Erzincan depremi sırasında “Kara Haber” adıyla duygularını şiirleştirirken “verecek bir şeyim yok, yüreğimden verdim” notunu eklemeyi unutmaz. Rıfat Ilgaz 4 bin cana mal olan Tosya-Ladik depreminden (1943) söz eder şiirlerinde. Yaşar Kemal Erzurum Pasinler depremini (1952) anlatır röportajlarında:

“…İnsanların gözleri toprakta. O kadar insanla konuştum da hiçbiri dönüp başka yana, bana bakmadı. Hepsinin başları toprakta ve sapsarı kesilmişler. Dinliyorlar, bekliyorlar yeni sarsıntıları…

İnsanlar az konuşuyor. Yani ağızlarını bıçak açmıyor: Donup kalmışlar. Her şey aklıma gelirdi de insanoğlunun bu kadar sakin, bu kadar taş kesilmiş gibisini göreceğim aklıma gelmezdi. Gözleri bile bir şey söylemiyor.” (4)

Ayrıca, Reşat Nuri Güntekin, Ömer Seyfettin, Halikarnas Balıkçısı, Nezihe Meriç, Aziz Nesin, Tomris Uyar, Orhan Duru, Bilge Karasu ve Necati Tosuner'e dek pek çok yazarımızın ürünlerinde karşımıza çıkıyor deprem olgusu, değişik süreçleriyle ve acılarıyla… Ancak, Sıvas Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fak. emekli öğretim üyelerinden Prof. Dr. H. Hüseyin Polat “Depremi Türk Roman ve Öykülerinden Okumak” başlıklı incelemesinde (5) yazarlarımızın konuya “yeterince ilgi göstermediği” kanısındadır:



“Çünkü konunun odağında ağlayan, gülen, yerinen insan bulunmaktadır; Çünkü edebiyat kadar hiçbir tür, olayları, acıları insan belleğine yerleştiremez. (a) Tüm doğal yıkımlarda olduğu gibi depremde de bir ömür boyu süren maddi ve manevi acıların en büyüğü yaşanır. ‘Edebiyat maddi yaraların sarılmasına yarar mı, bilmiyorum? Ama depremin ruhlarımızda açtığı yaralara etkili olacağını düşünüyorum. Çünkü 1999 depreminde tam içinde yaşadığımda gördüm ki, deprem sonrası ruhlarda oluşan yıkımlar da, maddi yıkımlar kadar acı veriyor.’ (b) İşte bu çalışma, deprem sonrasında ruhlarda oluşan yarayı, yaşanılan acıları öğrenme girişimidir. İnsanlar depremlerde büyük bir trajedi yaşamaktadır. Yaşanan bu trajedi de, ‘Bir sabah uyanamamak, sevdiğinizle konuşurken birden onun sesini duyamamak? Evsiz, işsiz, yarınsız kalmak? Hepsi?’dir (c). Tam da, ‘Çapımıza göre kendimize bir ortam yaratmıştık’ diye düşünürken bu ortamın elden kaçmasıdır (d). Soruların, sorunların; nedenlerin, niçinlerin üst üste yığılmasıdır doğal yıkımdan sonra insanın payına düşen.

Türkiye topraklarının %91'i, nüfusunun %98'i deprem tehlikesi altında bulunan bölgelerdedir (e). Doğal yıkımla bu denli iç içe olunca Türk yazınında depremin geniş çapta yer bulması beklenir. Ancak, yazarlarca depreme yeterli ilginin gösterildiği söylenemez:

‘Bulduğum öykülerin genel toplamı coğrafi yapımızdaki fay kırıklarının toplamıyla ters orantılı. Neredeyse bütün bir ülke fay kırıklarının üzerindeyken edebiyatçılarımız, özelde öykücülerimiz, yeterli ilgiyi göstermemişlerdir.’ ”(5)

Yine de, “bu topraklarda, deprem gerçeği ile yıllardır yaşayan Anadolu halkının depreme ilişkin deneyimlerinin edebiyata yansımasını ortaya koymak” “kültürün önemli bileşeni olan edebiyat, depremin halk arasında nasıl yaşandığını ve nasıl anlamlandırıldığını da çarpıcı bir şekilde sunan” yapıtlara bakmak ve varılacak “sonuçların, depremle ilgili bilimsel çalışmalara doğrudan bir katkı sağlamasa da, bu halkın deneyimini tanıma ve anlama açısından yararlı olacağı düşünülerek” incelememizi sürdürelim:

Yazın dünyamızın verimlerinden 60’a yakın öykü saptayan ve bunların 28’ini hazırladığı Fay Boşluğu adı kitapta toplayan Kadir Yüksel (6) ve PEN Yazarlar Derneği'nin derlediği, 82 yazarın yazılarının yer aldığı Ay Sallanıyor (7) yapıtı 1999 Marmara Depremi'nin ardından yayımlanmış.



Şair, öykücü, oyun yazarı, akademisyen Kadir Yüksel, 1999 depremini yaşayanlardan biri olarak kendisini “en çok irkilten” “depremle yaşamaya alışmalıyız” sözüne karşı çıkıyor ve “Ne kadar alışkanlıklar canlısı bir toplumuz. Neye alışacağız? Depreme! Faya! Hadi, alışalım… Çürük binalar yapanları bir yana bırakalım, sarsıntılara alışalım… Deprem öldürmez bina öldürür derler, biz alışalım; binalarımızın çürük olup olmadığı konusunda yazı tura atalım… Depremle yaşamaya alışalım; her şeyi tevekkülle karşılayalım, sakın kılımızı bile kıpırdatmayalım… Çare düşünmeyelim, alışalım yeter ki… Acılı insanların üzerinden vurgun vuranlar olabilir, biz alışmanın peşini bırakmayalım (…) En önemlisi de, ruhlarımızın depremlerine alışmak. Alışalım; depreme, temelin çürüğüne, hele hele insanın çürüğüne…"(6) diyerek dile getiriyor duygularını Fay Boşluğu kitabının önsözünde.


Kitapta Ömer Seyfettin'den Halikarnas Balıkçısı'na, Nezihe Meriç'ten Tomris Uyar'a, Orhan Duru'dan Bilge Karasu'ya, Aziz Nesin’den Necati Tosuner'e pek çok yazarımızın öyküleri var.

Aziz Nesin'in 1973'te yayımlanan Hayvan Deyip de Geçme adlı yapıtından alınan "Cankurtaran Köpek" adlı öyküsünde, bir adamın komşusunun üstüne kürekle yürüyünce mahkemelik oluşları anlatılır: Yargıç, davalıya, "Niçin komşuna kürekle saldırdın?" diye sorunca, davalı, "O da benim köpeğimi yaralamıştı," diye yanıt verir. Yargıç bu kez, "Hiç bir köpek için insan komşusuyla kavga eder mi?" diye sorunca, adam, "O köpek bildiğiniz köpeklerden değildir," der ve anlatır “o köpek” sayesinde “iki aylık ikinci çocuğunun” yıkıntılar altında nasıl bulunup çıkarıldığını.

PEN Yazarlar Derneği'nin Ay Sallanıyor adlı deprem kitabında çok sayıda yazı, şiir, öykü yer alıyor. Dönemin PEN Yazarlar Derneği Başkanı Alpay Kabacalı, sunuş yazısında, "Doğanın acımasızlığı deyip katlanabilirdik belki…" diyor. "Ama tümüyle doğanın yol açtığı bir felaket değildi bu; beklenen bir felaketti. Gelmiş geçmiş iktidarlar, yerel yönetimler, sorumlu kurum ve kuruluşlar en küçük bir önlem bile almamışlardı. Olup bitenlerden sorumluydular. İnsan yaşamını hiçe sayan paragöz yapsatçılar, felaketin boyutlarını alabildiğine büyütmüşlerdi. Ve itiraf etmek gerekir, hepimiz sorumluyduk. (…) Buna karşılık, siyasetçilerin ve 'kamu görevlisi' sıfatını taşıyan doğrudan sorumluların deprem sonrasındaki utanç verici tutum ve davranışları karşısında kahrolmamak elde değildi…" (7)



Ay Sallanıyor'da, Prof. Dr. Gürsel Aytaç, "Büyük tabiat olaylarını Tanrı'nın gazabı saymak, insanlara yönelttiği bir uyarı, bir ceza olarak görmek, insanlık tarihi kadar eski bir eğilim," diyor. "Tarihte güneş tutulmasını bu türlü yorumlayıp savaşkes ilan edilişini bile biliriz. Körfez depreminin bu türlü algılanışını, hem maneviyatçı yazarlar, hem de fizik töresine yatkın mizaçlı kişiler günlük sohbetlerinde gösteriyor. Rasyonalist, aydınlanmacı görüşlerin yazılarında ve konuşmalarında ise eleştiri boyutu egemen. Onlar depreme dayanıksız bina inşaatçılarını, denetim görevini gerçekleştiremeyen yetkilileri, bütün bu olanların suçlusu ve çıkarcılığı, rüşveti ve devlet mekanizmasındaki kofluğu kıyasıya eleştiriyorlar…" (8)

Aytaç’ın “güneş tutulması”ndan yola çıkarak “deprem için” dikkat çektiği olguyu dün de, bugün de yaşıyoruz: “Türkiye, depremi sık yaşayan bir ülke olmasına karşın depremin gerçek nedeni konusunda, halkın son yıllara değin bilimsel bir bilgiye sahip olduğunu söylemek güçtür. Dünyanın Sarı Öküz'ün boynuzunda taşındığı ve onun silkinmesi ile deprem oluştuğu efsanesinin belki de ‘70’li yıllara değin, toplumda kabul gördüğü ileri sürülebilir. Eğer Türkiye'de depremin gerçek nedeni biliniyor olsaydı, Depremle ilgili ilk yönergenin yayınlanması 1969 yılına kalmazdı. Kentlerdeki yapılaşmaya müdahalede bu kadar gecikilmezdi (9). Reşat Nuri, yüz yıl önce halkın inandığı deprem nedenini şöyle dile getirmektedir: “Ahlâk bozuldu, kadınlar açıldı mekteplerde ilahi yerine marş okutuluyor Allah bu zelzele afetiyle şehri cezalandırıyor”(10). Yani bu görüşe göre deprem, Allah'ın insanları, özellikle ahlaksız insanları cezalandırmasının bir yoludur. Zina, fuhuş artarsa Allah, kullarını uyarmak için onların başına afet yollar. “Cenâb-ı Allah zor bir sınavdan geçiriyor hepimizi, değil mi?” (11).

Prof. Polat, incelemesinde bu olguya dikkat çektikten sonra “Türkiye'de insanların, depremin gerçek nedenini ancak 1999 depreminden sonra yazılı ve görsel iletişim kaynaklarının katkılarıyla önemli ölçüde kavradığı söylenebilir.” yargısına varır ve Bener’in depremin nedenini somut olarak gösterdiğini örnekler: “Harekete geçen yerkürenin gürlemesi bu, çatırdayan toprağın gümbürtüsü, yıkılan evlerin şangırtısı (…) Fay kırıldı, yaşamlar, yaşanmışlıklar kırıldı” (11).

ROMANLARDA DEPREM

Türk yazınının özellikle son dönemlerdeki romanlarına baktığımızda, “deprem anında insanların korku, heyecan, panik yaşadığı, İmdat, Ay, Off, Allah diye bağırdıkları ve kelime-i şahadet getirerek dua ettikleri, sıklıkla görülmektedir. Çığlıklar, şok geçirenlerin dışında deprem anının ortak özelliğidir.”(5)



Çiğdem Sezer’in Aşklar ve Baharatlar romanında depreme çırılçıplak yakalanan ve eşini yitiren evli bir kadının şok içindeki davranışı betimlenir: “Dizlerimi karnıma doğru çekip sarıyorum kollarımla. Başımı dizlerimin üzerine yaslayıp öne arkaya sallanmaya başlıyorum. ( ) O gece, o lanet gece ne çok duymuştu bu çığlıkları. Kendisi de çığlık atmayı, yardım istemeyi denemiş, ama soluğu boğazına tıkanıp kalmış, bağıramamıştı. Her taraftan imdat sesleri yükseliyordu”(12).

Deprem anındaki büyük korku, öğrenilmemiş, ilkel, biyolojik, bir anlamda içgüdüsel, hayvansal boyutuyla algılanan korku söz konusudur. Akılla, bilinçle açıklanamaz, baş edilemez. Sezer'e göre deprem anı ve sonrası: “Sonrası sese söze sığdırılamayan bir sarsıntı; mikserin içinde çırpılıyormuş duygusu sonrası karanlık, havasızlık, korku, soluk almaya çabaladıkça ağzına, burnuna dolan toprak, sonrası bu işte!” (12).

Zekeriya Yılmaz’ın On 7 İstanbul İçin Kıyamet Vakti romanında deprem sonrasında insanların ilk davranışı olan dışarı kaçmanın ötesinde tipik bir örnek görüyoruz: “Uzandığı yere şimdi daha rahat bıraktı kendini. Karanlığa alışan gözleri tavandaki avizenin gidip geldiğini gördü. Yıllardır sığındığı, hayatının en yalnız, en güzel, en gizli zamanlarını örten yuvasının üstüne çöküverecek olması, çok sevdiği bir dostunun hiç olmadık bir zamanda ve yerde ihanet edip yüz üstü bırakması gibi geldi o an. Tüm hisleri denetimden kopup gitmiş dizginler depremin veya arkasındaki gücün eline geçmişti artık. Sadece et ve kemik yığınıydı o an.”(13)

Yine de, öncelikle kendi canını kurtarmaya çalışır insan: “Hiç ses yoktu. Deprem başladığında duyduğu insan çığlıklarını duymuyordu ve ilk defa diğerleri aklına geldi. Nasıl olur da o ana kadar kardeşini, anne ve babasını düşünmemişti? Önce çok kızdı kendine ama böylesi bir duruma hiç düşmemişti; demek ki insan bu durumda bir süreliğine de olsa kendinden başkasını aklına getiremiyordu.“(14)



Deprem anının korkusu, paniği geçtikten sonra “sorgulama”ya başlanılır genellikle. Sorumlu aranır. Yiğit Bener’in Kırılma Noktası’nda bu sorumluların “kapsamlı bir özetini” buluruz: “Uyarılara kulak asmadan, daha kârlı olacağını düşünerek o sanayi tesislerini, o kentleri fay hattının üzerine kurdurtanlar. Ya da ucuza getirmek için insanlara kumdan şatolar yapanlar. Onların bunu yapmasına fırsat veren uyduruk yasalar çıkaranlar, var olan yetersiz deprem yönetmeliğine bile uymadan yapılan binaları denetlemeyenler, imar izinlerini verenler, teşvik kredilerini çıkartanlar, yarının mezarlarını debdebeli törenlerde 'hayırlı olsun' diye kurdele keserek 'hizmete sokan' politikacılar. Hatta kendi mezarlarını kendi elleriyle inşa edenleri bile bu listeye dahil edebiliriz belki. Henüz soğumamış onca ceset üzerinde sevinçten göbek atarak '7.4 yetmedi mi?' diye pankart açan yobazları, felaket fırsatçılarını, enkaz soyguncularını, mezar hırsızlarını, yağmacıları da unutmamak kaydıyla elbette.” (11)

Bu listeye “kendini de koyan müteahhit”in iç hesaplaşmasını Çiğdem Sezer’in Aşklar ve Baharatlar romanında “Ne yapmıştı ki? Projeler yapmış, onay almış, binalar yapmıştı. Kanun vardı, yönetmelikler vardı. Kafasına göre mi yapmıştı onca binayı. Belediye, bakanlık, hepsinin onayı vardı, imzası vardı. Şimdi tek suçlu neden kendisi oluyordu!...” (12) biçiminde okurken, ünlü yazarımız Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır yapıtının roman kahramanı Ermiş Taşbaş, depremde toprak altında kaldığında karakteriyle sorgulanmaktadır: “Bu gelen kimin sesi? Yarı ölmüş bir adamın sesi. Koskoca damın bütün toprağı üstüne çökmüş. Nasılsa bir köşede kalmış. Az sonra havasızlıktan ya da kıpırdarken üstüne toprak inecek boğulup ölecek. Bu kimin, kimin güzelce iniltisi? Nasıl da kalmış toprağın altında? Bu benim ermiş Taşbaşımın sesi. Hani sen ermiştin?...”(15)

Deprem anının korku, panik ve dehşetini, yardımların boyutunu ve geliş zamanını, yardımlardan kişisel çıkar elde edişi (Gültekin-Değirmen, Bener-Kırılma Noktası, Yılmaz-On 7) irdeleyen, ardından gelen sorgulamalara vurgu yapan romanların yanı sıra, depremden sonra yaşanan büyüklerde ve çocuklarda görülen travmalara, psikiyatrik rahatsızlıklara dikkat çeken yapıtlar da kaleme alınmıştır yazarlarımızca. Depremzedelerin yaşadığı “temel güven duygusunun yitirilmesi”ni, kendilerini “en çok güvende hissettiği yer olan ev”lerinin yok olması tetikler.

Ayşe Kara’nın Lâl, Çiğdem Sezer’in Aşklar ve Baharatlar, Zekeriya Yılmaz’ın On 7 romanlarından alıntılarla bu duyguyu harmanlarsak:

“Cemil; ne zaman banyoya girecek olsa duşakabin bir tabuta dönüşüp alıyormuş onu içine, Feride oluyormuş yanında, çürümeye duruyorlarmış birlikte (…) Daha birkaç saat önce, bizi kötülüklerden koruyacağını sanıp sığındığımız evimiz bir katil gibi duruyordu karşımda (12). İnsan bastığı yere dahi güvenemezse ne yapsın? (… ) İnsanların evleri başlarına yıkılıyordu. (…) İnsan bastığı toprağa güvenemedikten sonra (16). Sonra oturduğu binaya baktı. Evi, sevdiği o güzel evi, huzur bulduğu evi, onun için artık korku dolu bir mezarlık gibi görünüyordu (14).

Prof. Polat’ın değerlendirmesiyle “Aşklar ve Baharatlar romanı baştan sona travma sonrası stres bozukluğu ya da lanet olası o 45 saniyeyi yaşayan kahramanlar üzerine kurgulanmıştır. Depremde eşini kaybeden, Kendi sorunlarını susturmaya çalışan bir psikiyatrist, eşini yitiren ve iki yıl boyunca uykusuzluk ve kâbuslarla boğuşan bir öğretmen hastası, yine depremi yaşayan bir arkadaş ve sevgisizliğin incinmişliği ile kırılgan bir başka dost... Doktor ve hastası geçmişiyle yüzleşmeye çalışan ikili. İkisinin de yaşamında ölen eşlerinin ardından kalan, sevinç, kırgınlık, öfke, yarım kalmışlık (12). Depremin korkunç sarsıntısında her zaman doğru karar verilebilir mi? O anda bilinçli ya da bilinçsiz yapılan seçimin pişmanlığı bir ömür boyu peşini bırakmaz insanın. Eş mi, çocuk mu? Hangisi önce kurtarılır bir yıkımda? Bina yıkıldı yıkılacak şekilde sallanıyor, karım bir türlü çıkmıyordu dışarıya. Benim ayağım kapının dışında, o içerde; aramızda yalnızca bir eşik var, elini tuttum, çektim, gelmedi, yalvardım, yüzüme baktı ve çocuklarım orada, ben de orada olmalıyım, ölümse ölüm; ya onları da alır çıkarım, ya kendim de giderim onlarla dedi. Ne kadar pişmanım o anda karımla birlikte içeride kalmadığıma! (12)”(5)

Latife Tekin’in “…unutmak isteyen insanların bir araya toplandığı, burada geçmişlerine dair unutmak istedikleri ne varsa unuttukları yerde geçen“ Unutma Bahçesi adlı romanında bahçıvan Cömert karakteri bir depremzededir. Toplumdan ve şehir hayatının rutin dayatmalarından uzaklaşmaya çalışan bir grup insanın umut yüklü hikâyesi”nin anlatıldığı romanın “erdem ve özgürlüğün peşindeki kahramanları Tebessüm, Şeref, Olgun ve Cömert’in bir Ege kasabasında buluşarak, kendilerine doğayla iç içe bir cennet bahçesi kurmalarının izi sürülür.” Yazar, “her şeyini depremde kaybetmiş” Cömert karakterinde “unutmak için” bahçe işlerinin yanında “avla” ilgilenen bir portre çizer. (17)

Deprem ve Çocuk

Yazarlar, doğal felaketlerin sonrasında en çok çocukların travma yaşadığı kanısındadır: annesini babasını yitiren ya da onları anımsayamayan, iletişim kuramayan kimsesiz çocuklar… Belki yetiştirme yurdunda, kendi koruyucu aile yanında, belki de bu olanaklara bile kavuşamamış… Hep kendini sorgulama içinde, Ali Akın’ın Yedi.Dokuz romanında olduğu gibi: “Kimdim ben? Sahiden de yapayalnız, kimsesiz, sahipsiz miydim? Bir başıma işim neydi, ihtiyacı mı vardı bu koca dünyanın bana? Benim eksikliğim ne fark ederdi sanki? Bu soruyu bilmem kaç kez sordum.”(18) Belki de organ tacirlerinin “hedefinde”dir çocuklar, Zekeriya Yılmaz’ın romanındaki gibi: “ - Abi, adamlar kimsesiz kalmış çocukları, sahip çıkma bahanesiyle alıp götürüyorlar, işe yarayacak yerlerini, böbreklerini çıkarıp, atıyorlar bi kenara.” (13)

Yiğit Bener ve Çiğdem Sezer’in yapıtlarında deprem sonrası çocukların yaşadıkları anlatılsa da 1999 depreminden sonra araştırmacı-yazar Necdet Neydim’in yayın dünyasına bakışı, sevindirici sonuçlara vardırmaz bizi: “…çocukları hem depreme hazırlamak hem de deprem konusunda bilinçlendirmeyi ve sorunlarla başa çıkabilmeyi, yaşam tanıklıkları yapabilmeyi içeren metinler yazılmış ve yayımlanmış mıydı? Sonuç gerçekten çok çarpıcıydı. Yoktu diyemesem de yok denecek kadar azdı…” Oysa, yurt dışında durum farklıydı: “Almanya’da 200’e yakın, İngiltere’de ise 300’den fazla sayıda kitap vardı ve bunlar çocuklar için hazırlanmış kitaplardı. Amerika, Japonya ve Kore bu konuda hem yaşam uygulamaları hem de edebiyat metinleriyle çocukların yaşamının bir parçası yapmıştı bu sorunları ve artık bilinenin, hazır olunanın korkutucu olmayacağı gerçeğini de içselleştirmişlerdi. Amerika ve Japonya özelinde baktığınızda ise hem çizgi roman hem de çizgi filmlerle bunu toplumsallaştırmışlardı. (…) Son dönemde yayın dünyasında yaptığım küçük bir araştırmada birçok yayınevinin bu alanda hiç yayınının olmadığını gördüm. Sorum şuydu: Yayın yelpazenizde doğal afetleri, özelinde depremi, nükleer felaketleri konu alan kitap var mıdır? Yelpazesinde bu konuları içeren kitaplar bulunan yayınevi sayısı gerçekten çok azdı. Bir elin parmaklarını geçmiyordu. (…) Günışığı Kitaplığı, Behiç Ak’ın toplumcu ve çevreci aktivistliğini yayınlarına eklemiştir. Hem çevre hem de deprem konulu kitapları yayın yelpazesindedir. Havada Asılı Kalan Top (deprem), Eve Giden Küçük Tren (deprem) Behiç Ak’ın bu kitaplarına örnektir. (…) Mine Soysal’ın Eylül’de Aşklar (deprem) kitabını örnek gösterebiliriz. Tudem Yayınevi’(nin) Mehmet Güler’in Yüreklerde Fay Hattı ve Mine Soysal’ın Eylül’de Aşklar’ı gençlik edebiyatına iyi armağanlardır.” (19)

ÖYKÜLERDE DEPREM

Romanlarda olduğu gibi, öykülerde de doğal afetler, özellikle depremler öncesi doğada ve hayvanlarda birtakım değişikliklere, farklı davranışlara vurgu yapan yazarlarımız var: Bir Yaşama İki Deprem Sığmaz’da (Övgün Ahmet Ercan-20), Haldun Taner Öykü Ödüllü Arızalı Kalpler’de (Özcan Yula-21), Yolun Üstündeki Kaya’da (Samim Kocagöz-22), hele de Hayvan Deyip Geçme’de (Aziz Nesin-23) bütün ayrıntılarıyla okuruz bu olguları.

Nesin'in, 'Cankurtaran Köpek' başlıklı öyküsünde Aşkabat'ta yaşanan deprem, bir rejisör ağzından anlatılmaktadır: Evin köpeği, iki aylık bebeği sürekli korurken, bir sabah beşikle birlikte içindeki çocuğu evin dışına çıkarmıştır. Aile, beşiği getirir ve köpeği dışarı kovar ama köpek bu hareketi yineler. O gece sabaha karşı deprem olur ve enkaz altındakilerin kurtarılmasını bu köpek sağlar: Büyük depremde ailemizi sağlıkla kurtaran bu köpektir, der rejisör (23).

Romanlarda olduğu gibi, öykülerde de depremin oluş nedeninin tartışıldığını görürüz: Ö. Ahmet Ercan'ın, Erendüz Atasü’nün, Samim Kocagöz’ün, Ali Balkız’ın öykülerinde olduğu gibi…


“Nedense birden ve aynı anda, sabah işe gitmek için bindiğin minibüste radyodan sesi yükselen, depremin nedenlerini anlatan adamın konuşmaları geldi aklına. Adam nefretini kusarken şoför radyonun sesini daha da açmıştı. Senin gibiler yüzünden bu felaketin yaşandığını bağırarak söylüyor, dinleyicilere fetva veriyordu. Bir daha ürktün.”(24)

İnsanların deprem anında ne yaptıklarını Orhan Duru’nun Yeni ve Sert Öyküler, Ahmet Ümit’in Şeytan Ayrıntıda Gizlidir, Sami Dündar’ın Her Şeyin Bittiği Yerden, Onat Bahadır’ın Boşluğa Gülümsemek, Gülseren Engin’in Geç Kalan Öyküler yapıtlarındaki öykülerde buluruz.

Ali Balkız’ın anlatımıyla hapishanede deprem anı:

“Sabaha karşı saat dörttü. Toprağın derinliklerinden gelen korkunç bir uğultu koğuşa kadar yükseldi. Öylesine bir uğultu ve sarsıntı ki, insanın içini buran, beynini yerinden oynatan. Duvarlar birbirine çarptı, ranzalar sallandı. Herkes yerinden fırladı. Fırlayan yere düştü. Üstteki, onun üstüne. Kimse henüz ne olduğunu anlayamadan, ne diye bağıracağını kestiremeden elektrikler kesildi. Zifiri karanlık.. Biri: Deprem, dedi, deprem oluyor!.. 'Allah Allah' sesleri yükseldi. Yüzlerce ses birbirine karıştı. Biri kibrit yaktı; Paniğe kapılmayalım, dedi. Kibritin ışığı pencereleri aydınlattı. Biri pencereye fırlayıp demirleri zorlamaya başladı. Yüzlercesi pencerelere yöneldi. Her pencerede belki on kişi vardı. Kaslarının bütün kuvvetiyle demirleri zorluyorlardı. Biri çıkış kapısına yöneldi. Yüzlercesi arkasından, demir kapı, demir gibi… Biri mum yaktı. Birkaç kişi çiğnenmiş yerde yatıyordu. Ne demir kapı, ne demir pencere aman verdi. (… ) Biri: 'Hücre,' dedi, 'hücredeki arkadaşları kurtaralım.' (…) Biri: Susun, dedi. Susuldu. İçeriye seslendi; Biz kapıyı çekiyoruz, siz de itin. Hazır olun. Haydi! Sarsıntıdan zaten sıvaları dökülmüş demir kapı, pervazları ve tuğlaları da sökerek 'güm,' diye yere devrildi. İçeridekiler yuvalarından fırlamış gözleri ile dışarı fırladılar. Kucaklaştılar. Kurtulmuşlardı!.. Kucaklaşmalar henüz devam ediyordu ki… O korkunç uğultu, arzın derinliklerinden kopup koğuşa doğru yeniden yükseldi. Duvarlar yeniden çarpıştı. Masa altına, ranza altına yatanlar, ne yapacağını şaşıranlar, besmele çekenler, 'anam!' diye bağıranlar, ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeyen nutku tutulanlar.”(25)

Balkız’ın öyküsü, toplumsal davranışın, toplum psikolojisinin aynı korkuyu, paniği yaşayan insanların kalabalıktan çıkan bir komutu düşünmeden, irdelemeden hemen uygulamaya dönüştürmelerine iyi bir örnek olarak da değerlendirilebilir.



Ünlü roman yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Öyküler adlı yapıtında depremden sağ kurtulan insanların davranışlarına örnek olarak “ilahi gücü” sorgulamasını görüyoruz: “Zelzele maneviyatımı bozmuş, ölüm peşime takılmıştı; ve hakikaten ondan birkaç sene için ayrılamadım. Hayatın idaresine ve kanunlarına karşı isyan etmiştim. Bir sandalyeye yarı ilah dargınlığı ile oturdum.”(26) Sonra da, “Erzurumlu Tahsin” öyküsünde toplumsal yaşayış eleştirisini: “Bütün şehir çok acayip bir kıyafetle ayakta idi; don ve gömleği ile fırlamış erkekler kapıların önünde giyiniyorlardı, ekseriyet yarı çıplaktı ve insana bir nevi şarkkari mahşer manzarası veren dört yol ağızları vardı. Kadınlara gelince Hakikat şu ki, bu zelzele sayesinde ben Erzurum'da birkaç kadın yüzü görebildim. (… ) O gece Erzurum'u asıl fizyolojisinde tanıdım zannediyorum.”(25). Bu da Orhan Duru’nun “Yataktan Nasıl Düştüm?” öyküsündeki anlatımı: “Sokakta dolaşan insanlar artık bir tuhaf görünüyor bana. İlgisiz konuşuyorlar. Donuk gözlerle bakıyorlar herkese. Sanki kulaklarına bir şeyler söylenmiş de anlamamış gibiler. Ben de böyle bir havaya girmiş olmalıyım. Yarı zombileşme durumu.” (27)

Romanlarda olduğu gibi öykülerde de depremde yıkılan binalardan kimlerin sorumlu olduğu konusu irdelenmektedir. Erendüz Atasü’nün İncir Ağacının Ölümü kitabındaki “Kayma” adlı öyküde “…Kurtulduğuna sevinebilir miydi kişi, yakınlarını yitirmişken? Mütevekkil sabır sanmam ki müteahhitlerde suç olsun, Allah'ın işi işte.”(28)

Ö. Ahmet Ercan ise aynı düşüncede değil:

“Sana sesleniyorum! İnsan biçimi verilip, yeryüzüne gönderilmiş arkadaş!(…) O betonlar, taşlar arasında korku içinde can çekişen, ölen senin oğlun, kızın ya da eşin olsaydı paraya karşın o yapının betonundan, demirinden yine de çalar mıydın? Hiç mi gözlerin dolmadı? İki çocuğu üzerine göğsünü germiş bir anneyi ezilmiş gördüğünde. O gür sesli babanın sesi titreyerek evgilini (ailesini) arayışında, çökmüş bir evde birbirinin canı olan bir çoluk çocuğun bir tane bile bireyinin canlı kalmayışında hiç mi için sızlamadı be adam?”(19)

Öykülerde de –romanlardaki gibi- deprem karşısında çaresizliği, kimsesizliği, yalnızlığı yaşayanlar, suçluluk psikolojisinin içine yuvarlananlar, yardımların geç ve yetersiz olduğundan yakınanlar, haksızlığa-hukuksuzluğa isyan edememenin ezikliğini yaşayanlar, “kefen almak için geç kalan ölüler” başlıca kahramanlarıdır yazılanların:

Ne hikmetse, bu gömmelerle birlikte alavere dalavere de başladı. Ölüsü - mölüsü olmayan bazı partililerin de kuyruğa girmesine göz yumulduğu, kimi de çocuklarına don gömlek diktirmek üzere ille on arşın kefenlik almak istediği için, gerçek ihtiyaç sahiplerinin çoğuna kefenlik kalmamıştı. Dağıtımdan sonra yeraltından çıkarılan ölülere ise, geç kaldıkları gerekçesiyle, hiç kefenlik vermediler.(…) Hacı Yakup, dört dikmeye takıp gerdiği bir dörtgen çadırın altında 'deprem dükkânı'nı açmış ve hayırlısıyla alavereye de başlamıştı. El altından üçe alıp beşe satmaya başladığı ilk mal da, karaborsaya düşen kefenliklerdi. Hacı Yakup, geleneksel bakkaliye malları yanında konserve, battaniye, gemici fenerleri satmaya başlar ve gün geçtikçe çeşit bollanır: Artık Hacı Yakup kuş sütü isteyeni de boş çevirmiyordu. Hani ya, lafını edemese de, içinden geçmiyor değildi: Altında kalmamak şartıyla, yılda bir - iki deprem olması hiç de fena değildi!”(29)

Sonsöz:

Bir derginin sınırlı sayfalarına sığdırılmaya çalışılan bu inceleme/irdeleme kuşkusuz yazarlarımızın pekçok ürününü ayrı tutma zorunluluğu doğurdu. Oysa, hızlı bir araştırma bile, daha birçok yazarımızın doğal afetleri, giderek insan kaynaklı felaketleri, toplumu etkileyen olay ve olguları yazınsal özelliklerini ve yeteneklerini de katarak ürüne dönüştürdüğünü ortaya koyar. Binlerce yıldır üzerinde yaşadığımız bu toprakların bağrında oluşan doğal afetlerin tarihçilerimizin, aydınlarımızın, yazarlarımızın, şairlerimizin ilgi alanına girmesi, girecek olması kuşkusuz kaçınılmazdır.

Kıyı dergisinin bu Atardamar’ında, dünya ve ülkemiz yazınına doğal afetlerin hangi yönleriyle ve ne ölçüde yansıdığını araştırmaya çalıştık. Birkaç ay önce 11 ilimizi etkileyen ve bütün toplumu derinden sarsan Kahramanmaraş merkezli depreme gelinceye değin, daha önceki doğal afetlerin yazın ürünlerindeki izlerini sürerken, yazarlarımızın roman ve öykülerinde “konuların nasıl işlendiğini, ortak özelliklerinin neler olduğunu saptamaya” çalıştık. Deprem öncesinde, sırasında ve sonrasında insanların duygu, düşünce ve davranışlarının dayanaklarını incelerken, yazarlarımızdan örnekler sunduk.

Bu satırların yazarı olarak, yaşadığımız 1999 depremini konu alan iki öykümün bulunduğunu belirtmeliyim: Bunların biri Gölcük’teki bir Karadenizli aileyi, ötekiyse okul arkadaşım, milletvekili Alaettin Kurt’un depremde eşi ve oğluyla birlikte enkazın altında kalarak vefat etmelerini anlatır.(30)

İncelememizde, Prof. Dr. H. Hüseyin Polat’ın aynı konudaki yazısı büyük kolaylık sağladı bize. O nedenle, Sayın Polat’ın 2015’te yayımladığı 44 kaynağa dayanan 17 sayfalık yazısının sonunda yaptığı değerlendirme ile bitirmek istiyoruz:

“…Deprem öncesi süreçte, edebi metinlerde depremin işaretlerine ilişkin doğa ve hayvanlara ilişkin göndermelerin yoğunlukla kullanıldığı ancak tanrısal nedenlere de (cezalandırma, sınama, vb. amacıyla) gönderme yapıldığı gözlenmiştir.

Deprem anında kontrol edilemez boyuttaki korku, panik, çaresizlik okunan tüm öykü ve romanların ortak özelliklerdendir. Karmaşa ve katatoni durumunun edebi dil ile çarpıcı bir biçimde betimlendiği görülmüştür. Roman ve öykülerde deprem anında ilk karşılaşılan davranış, bulunulan mekândan kaçma düşüncesi olmakta ve eyleme dökülmektedir. Mekân içerisinde güvenli bir yer arama düşüncesi gerçekleşmemektedir. Enkaz altından canlı kurtulanların çoğu rastlantı sonucu güvenli bir yerde kalmışlardır.

Ele alınan roman ve öykülerde depremi tevekkül ile karşılayan bir görüş algılanmaktadır. Depremde gerçekleşen ölümler ve yıkılan konutlar için 'ilk tepki'nin hedefi belirgin değildir. Sanki ilahi güç algısı baskındır ve çoğunlukta kader deyip kabullenme eğilimi öne çıkmaktadır. Ancak daha sonra konutu yapan müteahhitlerden başlanarak tüm ilgililer, kurumlar hatta ilahi güç bile sorgulanmaktadır.

Deprem sonrası suçluluk duygusu, yaşadığına sevinememe, ölemediği için utanmak yaşanılan duygulardandır. Uzun vadede yaşanan travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) gerek depremzedelerde ve gerekse kurtarma ekibi üyelerinde, yardıma gelenlerde derin izler bırakmaktadır. Çocuklardaki TSSB, tüm yaşamlarını etkilemektedir.

Türkiye bir deprem ülkesidir ve tarih boyunca sayısız deprem görmüştür. Ancak edebiyatta depremin işlenişine niceliksel açıdan bakıldığında, özellikle 1999 Depremi sonrasında konuyu ele alan yapıtların sayısında belirgin bir artış gözlenmektedir.

İncelenen yapıtlarda betimlenen duygu durumlarının (ruh halleri) alan çalışmasıyla sağlanan gerçek birey verileri değil, kurgusal metinler olduğu unutulmamalıdır. Ancak değinilen sorunların hepsi bilimsel çalışmalarda dile getirilmiş olan, karşılaşılabilecek sorunlardır. Bu sorunlara karşı alınan önlemlerin hiçbir işe yaramadığı romanlarda/öykülerde dile getirilmiştir.(…)

Depreme ilişkin olarak yetkililerce zaman zaman eğitimler, bilgilendirilme toplantıları düzenlenmektedir. Ancak, okunan yapıtlarda deprem öncesinde, deprem anında ve deprem sonrasında eğitilmiş, bilgilendirilmiş insan davranışı görülmemektedir. Belki de bu eğitimler insanlarda davranış değişikliğine yol açacak boyutta olamamakta ve insanların kendi bildiklerince bir davranışta bulundukları yansımaktadır.” (5)

Görüldüğü gibi, doğal felaketleri ele alan, gerçeğe ya da kurguya dayanan ürünler nitel olmasa bile nicel açıdan istenen düzeyde değildir. Yazınsal ürünlerin toplumu bilinçlendirici ve farkındalık yaratıcı etkileri gözönüne alındığında, yaşanan yeni olayları da kapsayacak biçimde yeni ürünlerin ortaya konulması yazarlarımızın toplumsal sorumluluğudur.

KAYNAKLAR:

1) Doç. Dr. Mehmet Yavuz ERLER *19 Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Yakınçağ Anabilim Dalı, Öğretim Üyesi. TARİHİ PERSPEKTİFTEN EDEBİYATA BİR BAKIŞ Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal Of International Social Research Volume 1/1 Fall 2007 https://www.sosyalarastirmalar.com/articles/a-glance-at-the-literature-from-the-perspective-of-history.pdf

2) Tanrıverdi, Ufuk, “Pompei şehri hikâyesi…” https://www.ansiklopedikbilgiler.com/pompei-sehri-hikayesi-pompei-antik-kenti-hakkinda-bilgiler/

4) Kemal, Yaşar, Röportaj Yazarlığında 60 Yıl, YKY, 2011

5) Polat, Prof. Dr. H. Hüseyin, Depremi Türk Roman ve Öykülerinden Okumak,

Sağlık ve Toplum dergisi Yıl:25, Sayı: 3, Eylül-Aralık 2015

a) Hızlan, D. Sesimi Duyan Var Mı? 2013, www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24534824.asp Erişim tarihi: 10.03.2014.

b) Yüksel, K. Ruh Yaralarını Edebiyat Sarar, Damla Yazıcı'nın Kadir Yüksel ile yaptığı Röportaj, Aydınlık Kitap Eki, Sayı:79, 2013, ss:10.

c) Tekay, M. Annem Gibi Olamadım, Öykü, “Yanlış İnsan,” İçinde, (Bkz. 5)

d) Tekin, L. Unutma Bahçesi, Roman, Everest Yayınları, İstanbul, 2010, ss:3-347

e) Dedeoğlu, N. Depremlerde Sağlık Hizmetleri, Maya Matbaacılık. ss:7-40

6) Yüksel, Kadir, Fay Boşluğu Türk Yazınından Deprem Öyküleri, Alakarga Yay., İstanbul, 2013, 320 s.

7) Celal, Metin (Haz.) (1999) Ay Sallanıyor / PEN’in Deprem Kitabı, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 384 sayfa.

8) Üster, Celal, “Ruhlarımızın depremleri…” 18 Şubat 2023, https://t24.com.tr/yazarlar/celal-uster/ruhlarimizin-depremleri,38762

9) Özgen, K. İstanbul ve Deprem, Cumhuriyet Bilim Teknik 1455, 2015, s:9.

10) Güntekin, Reşat Nuri, Bütün Eserleri 7, Değirmen. Roman, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2014, 144 s.

11) Bener, Yiğit, Kırılma Noktası. Roman, Can Yay., İstanbul, 2004, 251 s.

12) Sezer, Çiğdem, Aşklar ve Baharatlar, Roman, Heyamola Yay., İstanbul,2008, 251 s.

13) Yılmaz, Zekeriya, On 7 İstanbul İçin Kıyamet Vakti!, Roman, Karakutu Yay., İstanbul 2006, 182 s.

14) Yılmaz, O. Gönül Depremi. Roman, Meneviş Yay., Ankara, 2008, 150 s.

15) Kemal, Yaşar Yer Demir Gök Bakır, Roman, Adam Yay., İstanbul, 2003, 356 s.

16) Kara, Ayşe, Lâl, Roman, Timaş Yay., İstanbul 2010, 344 s.

17) Tekin, Latife, Unutmak Bahçesi, Can Yay., İstanbul 2019, 80 s.

18) Akın, Ali, Yedi Dokuz. Roman, Kitapmatik Yay., 2013, 210 s.

19) Neydim, Necdet, “Deprem, çocuk, genç ve edebiyat..” Cumhuriyet Kitap eki, 16.03.2023

20) Ercan, Övgün Ahmet, Bir Yaşama İki Deprem Sığmaz, Öykü, Parafiks Yay., İstanbul 2014

21) Yula, Özen, Arızalı Kalpler, Öykü, “Eski, Yalan Zamanlar,” Everest Yay., İstanbul 2009

22) Kocagöz, Samim, Yolun Üstündeki Kaya, Öykü, “Yolun Üstündeki Kaya,” İmece Yay., 1964

23) Nesin, Aziz, Hayvan Deyip Geçme, Öykü, “Cankurtaran Köpek,” Adam Yay., İstanbul 2000

24) Uslu, Fadime, Büyük Kızlar Ağlamaz, Öykü, Everest Yay., İstanbul 2012

25) Balkız, Ali, Dolmuşta Bir Kadın, Öykü, “Deprem”, Cem Yay., İstanbul 1990

26) Tanpınar, A. H. Hikâyeler, Öykü, “Erzurum'lu Tahsin,” Dergâh Yay., İstanbul 1996

27) Duru, Orhan, Yeni ve Sert Öyküler, Öykü, “Yataktan Nasıl Düştüm”, YKY, İstanbul 2022

28) Atasü, Erendüz, İncir Ağacının Ölümü, Öykü, Can Yay., İstanbul 2022, 176 s.

29) Erdinç, Fahri, Canlı Barikat, Öykü, “Tefeci”, Narodna Prosveta Yay., Sofya 1973

30) Akın, Korkut-Eren, Firdes, Yitik Umutların Gece Bekçisi Alâettin Bahçekapılı, Nehir Söyleşi+Araştırma, BRT Yay., 2019-2022, 1900 s.


NOT: Bu yazı, ilkin, KIYI Kültür Sanat Dergisi'nin Temmuz-Ağustos-Eylül 2023 sayısında (317. sayı) yayımlandı.

157 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page